“… baksana Allah yıldırımlarıyla resmimizi çekiyor.”
Can Yücel
Sevdiğim bütün kadınların gözleri parlıyor. Kirpiklerinin de uzun olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Eğri büğrü dağların, kıvamı tutmuş çamurlu ovaların arasında çok küçük kalır benim sevdiklerim. Yalnız dedim ya size, gözleri parlar, nerde görsem tanırım onları. Ben bir öykü kahramanıyım. O yüzden söylediklerimi soyut düşünmenize gerek yok, gerçekten gözleri ışık saçan bir insan türünden de bahsediyor olabilirim. B.’yi ilk ve son kez, köşeleri tozdan yaklaşılmayan, ahşaba boğulmuş sarı parkeleriyle vasat sayılabilecek bir kafede gördüm. Oturduğu yerin bana ne kadar uzaklıkta olduğunu farketmeden gözlerini kapatmasını söyledim ona. Aramızdaki mesafeden olsa gerek söylediğimi duymadı. Aslında oraya gidip bir öykü kahramanına yakışır şekilde;
”Bana baksana kadın. Gözlerin neden açık senin, sevgisizler sevgiye doyuyor.” diyebilirdim. Ama beni yazmaya çalışan budala yazar yüzünden bu mümkün olmadı. O sıradan bir aşk hikayesi yazmak istiyor ve beni de bu hikayede kullanmak için diretiyor. Dedim ki ona; olur mu öyle şey B. ile beni bu oyuna alet edemezsin. Seviyorum ben sayın yargıç insanlığın oyununa alet olmak istemiyorum. Otur yerine itiraz talebin reddedildi. Reddedince aynı sevdiğim kızlara benziyorsunuz dedim yargıça, küfretti bana ha ha! Bu mütehakkim yazar karşısında ellerimi birbirine kavuşturup öyküde yer alacağımı kabul etmek dışında bir şey yapamazdım.
Yazardan bazı isteklerim oldu elbet. Benim ismim A.’ydı, sevdiğim kadının isminin de B. olmasını istedim, alfabede dahi olsa uzak olmak istemezdim. İkincisi insanların içinde B. ile beni öpüştürmeyecekti, sonra sürekli, yatarken kolları eskimeye yüz tutmuş siyah çizgili pijamalarımı giyecektim. Öykü sırasında alkol kullanmayacaktım, sabah en erken 11’de kalkacaktım ve şuan karar veremediğim bir kaç doğaüstü yeteneğe sahip olacaktım. Devamını da aklıma geldikçe söyleyeceğimi kendisine ilettim. Müzmin bir inançla yazarın bu deklarasyonu kabul etmesini bekledim, nitekim bana cevap vermiyor ama varlığını hissettiriyordu.
B. Söylediklerimi duymayınca, onun sağ çaprazında duran, kafedeki en eski masaya geçtim. Kafenin kapısının hemen karşısında duvara asılı sarkık tahta bir saat bulunuyordu. Saate dikkatle bakmama rağmem çalışmadığını geç farkettim. Kafenin içine 10 basamaklı bir merdiven yapılarak dar ama şirin, küçük bir bölüm daha oluşturulmuş. Manzarası bu kafenin içi olan bir balkonu andırıyor. Gözlerimi B.’den çevirdiğimde bu kafede yanlız olmadığımızı da farkettim. Bir ortama girdiğimde ordaki kişileri algılamam gerçekten uzun sürer. Arkamda bilgisayarıyla oyalanan hoş bir kız vardı, iki masa önümdeyse, Bulgar göçmeni olsa gerek iki sarışın çocuk kendilerinden emin sakince sohbet ediyorlardı. Biraz kulak kabartmaya çalıştım ve sonucunda sadece ‘fısır fısır’ duydum, kısık sesli konuşuyorlardı. Derken bu kısık ses yükselmeye hatta kulağımı rahatsız etmeye başladı. Sonucundaysa öyle rahatsız oldum ki kulaklarımı kapattım. Silkelendiğimde bu sesin hemen önümdeki garsondan geldiğini farkettim. Sanırım üçüncü kez sözlerini tekrarlıyordu. Çay istediğimi söyleyip yanımdan kovdum hemen. Bir çay söyleyip akşama kadar masa işgal eden tiplerden biriymişim gibi baktı bana. Bende ona ‘Sana ne kardeşim sana ne ister çay içer ister şarabımı yudumlarken yanında köri soslu tavuğumu yerim, kimsin sen ha kim!’ bakışını attım.
Kaldığım yerden devam etmek insanları gözlemlemek istiyordum ki B.’nin karşısında oturan yaratığa takıldı gözlerim, el elelerdi. Seviyorum ben Sayın yargıç, bu yaratığın sevgisinden katbekat daha çok. Otur yerine itiraz talebin reddedildi. Kendi başrolünü oynadığım oyunda dahi beni oturmaya mahkum ediyorlar. Bir gün öyle bir ‘ayağa kalkacağım’ ki hor gördüğünüz hatta görmediğiniz bu kahramanın aslında kaç metre kaç bucak olduğunu göreceksiniz. Yalnız insanlar gelecekle ilgilenmiyor.
Gözleri içine çökük yaratığın boyu 5 metre, kilosu en az yarım ton; sakalları darma dağınık, kirli ve ağzını yutmuş vaziyette. Bense oturduğum yerden yalnızca parmak kadarım, aldığım nefes kimseyi rahatsız etmez -dedim ya size yalnızca otururken-. B., önündeki tabağında ne olduğunu anlayamadığım şeyi bıçağıyla kesmeye çalışırken; yaratık, ağzındaki kurabiyeleri öyle hayvani yiyordu ki kurabiyelerin yarısı daha çiğneme safhasında kendini dışarıda buluvermişti. Şaşırmayın bunlara lütfen ben bir öykü kahramanıyım, anlattığım her şey de bu öykü dünyasında aynen vuku buluyor.
Tanrıça kılıklı B. ile şu iğrenç devin her nasılsa akraba olabilme ihtimali bulunsa buna hükmetmem an meselesiydi. Fakat imkansız denen bir kavram varsa şu karşımda duran iki varlığın birbirleriyle kan bağının bulunmasıdır. Bir öykü kahramanı olabilirim ama aptal değilim.
B. bakımlı olduğu her halinden anlaşılan elini narince havaya kaldırarak yine aynı nezaket çerçevesinde garsonu yanına çağırdı. Garson yanlarına geldiğinde, ince belli bardağının sonunda iki yudumluk çay hala bardakta mevcuttu. Tek nefeste kafasına dikmesini -yazar buraya fondip yazmayı istese de ona mani oldum- bekledim ama o bardağı garsona uzattı ve ‘beyefendi tazeler misiniz’ dedi. Evet evet ‘beyefendi’ dedi garsona. İşte benim B.’m bu kadar kibar bir hanımefendiydi. Tamam belki B.’nin ağzından çıkan cümleyi duymamış olabilirim çünkü oturduğum yerden her konuştukları işitilmiyordu. Ama B.’nin garsona beyefendi dediğine yemin edebilirim. Yanındaki iğrenç dev ise kurabiyeleri yemeye devam ediyordu ve başından beri yanında bir şeyler içmeyi akıl edememiş olacak ki her lokmada öksürüyor halen de garsondan bir meşrubat istemiyordu. Sanırım yediği kurabiye beyaz, küp şeklinde ve üzerinde damla çikolataları olan leziz bir şeydi. Ama belki de kurabiyeler biraz sonra boğazını tıkar nefes alamaz ve koca dev kendisine yakışan iğrençlikte can verirdi, kim bilir.! Azrail’in o bedene uğramasını büyük bir coşkuyla izlerdim. Eminim benimle birlikte B. de heyecanla izler hatta Azrail’e tezahüratta bile bulunabilirdik. Azrail yılların verdiği tecrübeyle işini öyle ustaca yapardı ki ağzımız açık kalırdı. Ama malesef öyle olmadı. B.’ye gelen, melodisi çocukluğumdan beri hafızamda olsa da ismini bir türlü çıkaramadığım, arama sesiyle bir anda toparlandılar. B. telefon sesinin çantasından geldiğini bilmesine karşın uzunca bir süre telefonunu bulamadı. Sesin artık durmasını beklerken bir çırpıda eline alıp telefonu açtı. Karşıdan gelen sesteki heyecandan olsa gerek aynı telaşla duyduklarını mukterih bir şekilde karşısındaki deve anlattı. Devin alnında oluşan birbirinden orantısız esmer kırışıklıkları görebiliyordum. Bu şaşkınlık ve üzüntü kırışıklıklarıydı, nerede görsem tanırım. Ve bir çırpıda, ortamdaki ahengin bozulmamasına dikkat ederek kapıya yöneldiler. İçim öyle sıkıldı öyle bunaldım ki B. bu kafeyi terk ederse sanki öykümü terk edecekti. Gözleri, geceleri gemilere hayat veren bir deniz feneri gibi ışımaya devam ettiği sürece buna izin veremezdim.
Aklıma, yazarla aramızdaki sözleşmede şerh düştüğüm madde geldi. Karar verdiğimde, başkalarının dudağını uçuklatacak münferit bir yetenek isteyebilecektim. Şu an istediğim ‘zamanı durdurmaktı’, sadece bu, o kadarcık.. Hiç kimse öyle elini kolunu sallayarak benim öykümden çıkıp gidemezdi. Kapının rengi soluk maviydi ve üzerinde dört çivi çakılıydı. Birbirlerinden bağımsız farklı zamanlarda çakıldıkları üzerlerindeki paslardan hemen farkedilen dört çivi.. Bu mahallenin çocuklarının işi olmalı. Şeytan bozması yaratık bol miktarda bahşiş içeren parayı masaya bırakarak,ani bir deparla bu solmuş renkli mavi kapıyı kabaca itti, kafeyi terketti. B. ise ilk önce tabağının altında duran peçeteyle ağzını dikkatlice sildi. Sonra ciddi bir şekilde ayağa kalktı elini kesmemesine özen göstererek yüzüne kapanan mavi kapıyı dışa doğru sürüdü. Alt kısmı hafifçe sürterek kapı açıldı. Sürtünme neticesinde çıkardığı sesten dolayı içerideki herkesin dönüp ona bakmasını bekliyordu. Oysa yalnızca ben bakıyordum. B. henüz sol ayağını dışarı atmak için niyetlenmişti ki yazardan aynı isteğimi bir kez daha yineledim. Durmalıydı her şey! Bir fotoğraf olarak kalmalıydık sonsuza kadar.
Yazarın sözleşmemize sadık kalıp kalmayacağını merakla bekliyordum.