‘Evde çalışıyordu. Ambulansların siren sesleri kulakları yırtıyordu. Daha fazla, daha fazla… Birbiri ardına geçiyorlar, sonu gelmeyecek sanılan bir panik havasına sokuyorlardı şehri.Televizyonu açtı. AVM’de bombalı saldırı! Kumanda elinden düştü. Yerden alıp kapatma düğmesine bastı.’
…
‘İş yerinden çıktı, yürümeye başladı. tam arabasına bineceği anda telefonu çaldı :
-İyi misin, neredesin?, diye sordu annesi.
-Iyiyim anne, n’oldu? Sesin bir tuhaf!
-Korktum, merak ettim. Metroda bombalı saldırı olmuş. 82 ölü! dedi annesi.
Yutkunamadı. Telefonu kapattı.’
…
‘Kiliseden yeni çıkmıştı.Caddeden yukarı yürürken kulakları yırtan bir sesle irkildi. Diğer ayine girenler bombaya yakalanmıştı, Eğer sabah organize edilen toplantı yapılsaydı öğlen ayinine yetişebilecekti. Toplantı yapılmadı Sabah ayinine katıldı. Hayatı kurtuldu. İşte bu yazgıydı.’
Bu kısa anlatılar gittikçe aklını yitiren, gücü kudreti öldürmekte bulan bir dünyanın görüntüleriydi. Zekası ve aklıyla övünen, gurur duyan insan, bir süre sonra kendi türünü, politik-dini çıkarlar uğruna nasıl imha edebilirdi? Ederdi! Makinalaşmış, hızı kendisine bir önder olarak seçmiş, an denen zamansal olgunun sadece yarından ibaret olduğunu sanan ve bu ilüzyonun peşinden giden insan, güç için bütün şeytanlarını seferber edebilirdi. Bunu da “uygarlık” denen oyun sahnesi için yapardı. Uygarlığı inşa etmek için hem kendini askıya alıp hem de en vahşi duyguların pimini çekmek medeniyeti getirir miydi?
Bütün bu saldırganlığa karşın politik sistemlerden çok, bir kültür oluşturmalıydı insan. Toplumsal ve bireysel yaşamı bir düzene ve yapılandırmaya sokmak için gerekliydi de. Bu düzen insanın iç güdülerinin evrilmesine, insanlığın üst kademelerine tırmanması için bir yapılandırmaydı. Kültür; insan, aile ve toplum için bir omurga konumunda oldu hep. Kavramın kelime olarak etimolojisine bakarsak Latince’deki “cultura“ kelimesinden geldiğini görüyoruz. Yani “toprağı ekip biçme, terbiye etme….” anlamını taşımaktadır. Bu bir bakıma insanın kendisini terbiye etmesidir. Toprak olur, endüstriyel ya da sanatsal malzeme olur fark etmez, izlenecek yol bütün bunları yoğurarak zamanın da yardımıyla bir kültür oluşturmaktır.
Kültür sadece meydana çıkan ürün ya da eserden ibaret değildir. Din-inanç da bu başlık altında toplanabilir. Din; bu kültürü taşıyacak, insanın gücünü kontrol altında tutacak, sonsuzluk duygusunu kavrayıp terbiye edecek bir olgu olarak karşımıza çıkar. Aslında şöyle bir ayrım ile de karşı karşıya gelebiliriz: Patriyarkal, ataerkil düzene uyum sağlayan yapılarda üç semavi dinin kuralları yozlaşarak nefes aldırmayan, ezberden öteye gidemeyen yasalar zinciridir. Bu öğreti olarak sunulur ve düzenin devamlılığını sağlamaya hizmet edenler bütün yazılı kuralları çoğunluğa aktarmaya çalışırlar. Bazı devlet ve din adamları bu yapıyı sorgulayıcıdır. Bazıları ise itaat etmez düzene. İtaatsizlik öğretileridir. Bu iç görüsü aydınlık insanlar, bilge ve ermişlerdir.
İçinde dönmekte olduğumuz, çıldırmasına ramak kalan bu düzende devlet, kilise ve diğer yönetim aygıtları yanlarında durduğumuz ve sorgulamadığımız sürece bize güven verir. Bu güvenin karşılığında gücün bir parçası oluruz. Bu güce karşı duranlar, bunu sanatla, bilim ya da bir öğreti ile sağlarlar. Bu öğretileri ve beraberinde bilinci içselleştirip sunanlar insanlığın önünden gidenlerdir. Peygamberler, Bilge ruhlar, risk alanlar, çoğunluğun sembollerini yıkma riski alanlar… Bilge olduklarının altını çizmeden gerçekleştirirler kendilerini!
“Taş devri zihniyeti ve körlük insan türünü tam da en büyük başarısına yaklaştığı anda trajik sonuna hızla ilerlediği bir noktaya götürdü. Bu noktada, seslerinin rahiplerinin sesi karşısında etkili olabilmesi şüpheli bile olsa yine de, insanlığın peygamberlere ihtiyacı vardır.” (Erich Fromm, İtaasizlik Üzerine)
Fromm’dan yaptığım bu alıntıyla diyebiliriz ki tarihsel bir durumda kendi içinden bir öncü çıkaran uluslar buna bilinçaltında ihtiyaç duyar. Zaman, doğurur liderini! Yozlaşmış, değerlerini kaybetmiş insan bir yol gösterici arar. Bu yol gösterici belirgin olarak Halil Cibran’ın Ermiş adlı eserinde karakterize edilmiştir. Yazgısına terk edilmiş Orphaleus kentinde uzaktan bir ses bekleyen, sorularına kısmen bir cevap arayan halkın arasında on iki senesini geçiren, burayı kendisine yurt edinen El-Mustafa çıkar karşımıza.
Lübnan asıllı felsefeci, yazar, şair ve ressam Halil Cibran’ın tüm dünyada ses getiren “Ermiş” (The Prophet) kitabında; Ermiş’ten geride bıraktığı halka bir sesleniş, sorularına cevap ve bir yudum su vermesi istenir. İşte bu şiirsel söylem bu şekilde başlar. Ermiş; Orphaleus kentini terk etmeden önce kalbinin, olgun ruhunun meyvelerini halka açmakta bir an bile tereddüt etmez ve çeşitli konularda aşk, suç, sevgi, evlilik, ceza gibi sorulara derin cevaplar vermeye çalışır.
Kitabın orijinal ismi The Prophet akla üç semavi dinin peygamberini getirmektedir. Oysa ki kitapta anlatılan Ermiş, çizgi dışı ve toplumsal kuralları kendi süzgecinden geçirip ışık olan ermişi anlatır. Bu görü şöyle dile gelir kitapta : “Bugün çıkarıp attığım sırtımdan bir giysi değildi ellerimle parçaladığım ten. Ardımda bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzluğun tatlandırdığı bir yürek.”
Girişteki El-Mustafa’nın bu ifadesi psikiyatrist Carl Gustav Jung’un “Derler ki hiçbir ağaç kökleri cehenneme ulaşmadan cennete kadar uzanamaz.” sözüyle paralel bir anlam taşımaktadır. Kişi kendi içsel yolculuğunda, insanın en yüksek mertebesine ulaşması için kişiliğinin gölge taraflarıyla hemhal olması gerekmektedir. Bu bağlamda kendi karanlığına ışık olamayan başka kimsenin karanlığına ışık tutamayacak, söylemini içselleştiremeyecek eğreti bir liderlik maskesiyle devam edecektir.
Jung, Nietzche, Rumi ve Cibran… Bu dört isim, kan emiciliği güç-kudret adına yapan bu yerkürede; var oldukları, eser verdikleri dönemler de göz önüne alındığında ortak bir düşünce biçimi olarak düşünülmelidir. Rumi hariç diğer isimler iki dünya savaşı arasında yaşamış, düşünmüş ve üretmiştir. Rumi’nin içinde olduğu dönem ise Anadolu’da güç dengelerinin değiştiği, savaşların olduğu, Selçuklu Devleti’nin en parlak döneminden başlayıp çöküşüne denk gelen zamandır. Genele bakıldığında bu isimlerin insanlığın çıkış ve dayanak noktası aradığı dönemlerde parıltılarını saçtıkları görülür.
Yukarıdaki isimlere bakıldığında Nietzche’deki üst insan daha bencil ve tahakkümle kavrayıcı nitelik taşırken, diğerlerinde daha mütevazı, kendi nefsini aşmış ve naif niteliktedir. İkisi de aynı noktaya varır ancak yol farklıdır. Bu kâmil insan mertebesi Ermişin Bahçesi’nde şu bölümde öne çıkar: “Bütün insanlara bilge demedikçe bana bilge demeyin. Ben sadece ham bir meyveyim hala dalına tutunan, dün de bir çiçekten başka bir şey değildim.”
Her şeyi tek bir şey olarak görme tasavvufta da bütünü görme şeklidir ve Ermiş ile Ermişin Bahçesi’nde de bu görü hakimdir. Sanki saydam bir kürenin etrafında dönerek dünyaya bakar Cibran. Tek bir inanca sarılıp her iklimi ve dünya halini duyumsar, yapıcı şekilde eleştirir ve hoşgörü sunar. Kürenin her tarafından düşündüğü kavramın zıddı görünür. İyi-kötü, güzel-çirkin, adil-dürüst, sevap-günah, suçlu-suçsuz; hepsi tek bir şeydir, bütün ikilikler tek bir kaynağın çıktısıdır.
Bütün ikiliklerin, her şeyin simetrisinin bir küreyi tamamladığının bilinciyle insanlara söylemini aktarır. Bu bilinç Ermiş‘te “Suç ve Cezaya Dair” kısmında çarpıcı bir ifadeyle şöyle verilmiştir: “Dürüst ve adil olan azade değildir kötünün ettiklerinden, Pürüpak olana bulaşmamış değildir mücrimin pisliği. Evet suçlu mağdurun kurbanıdır çoğunlukla…” ve hatta aynı kısımda kadınlarla ilgili bir bölüm vardır ki ataerkil düzene, bulanık ve önyargılı gözlere sonu görünmeyen bir ışık tutar. Ermiş‘in dinsel herhangi bir söylemden ayrıldığı en belirgin noktadır bu: “Eğer varsa aramızda sadakatsiz kadını yargılayacak olan, kocasının yüreğini de tartsın terazide ve ruhunu ölçülerle vursun ölçüye. İnciteni kınayacak olan varsa, incinenin de ruhuna baksın.”
Bu ifade mevcut düzene karşı kadının yanında duran devrimci bir yaklaşımdır. Bu ruh ile ilgili ayrıntıyı Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine kitabında Bertrand Russell’dan şöyle alıntılamıştır: “Insanlar dünyadaki herhangi bir şeyden, yıkımdan hatta ölümden bile korktuklarından daha çok düşünceden korkarlar. Düşünce baltalayıcı ve devrimcidir, yıkıcıdır. Yerleşik geleneklere ve huzur verici alışkanlıklara karşı acımasızdır.”
O halde çoğunluğun algısındaki peygamber ile Cibran’ın Ermiş’i aynı adam mıdır? Aynı şuuru mu taşımaktadır? Hangisi kurumlara itaat etmez? Gidilecek sürgünler, kör kuyular ve zindanlar olsa dahi hakikati söyler? İtaatsizlik olgusu tasavvufta Rumi-Şems ilişkisinde de görülür. Bütün yazılı kuralları Şems’i tanıdıktan sonra yıkan Rumi saf bilince, okulsuzluğa ve güdümsüzlüğe O’nu tanıdıktan sonra kavuşmuştur. Cibran’ın Ermişi uzun süre yurt edindiği, olgunlaştığı coğrafyadan ayrılırken de aynı aşk halini, hakikate kavuşma halini yaşar.
Hep bir toz bulutu gibi içimizde yükselmekte olan boşluk duygusunun daha çok yemekle, giysiyle, daha çok kahveyle, daha çok insan ve işle, modernitenin zirvesine çıkmakla kontrol altına alınabileceği yanılgısı vardır. Daha çok eylemle geçeceğini sanırız. Özellikle dramatik olan daha çok maddi gücün bu boşlukla baş etme yolu olduğunu düşünmemizdir. Oysa ki yine bir Russell alıntısı göze çarpar: “Aşıklar, şairler, mistikler güç peşinde koşanın bilebileceğinden daha tam bir doyuma ulaşırlar çünkü güç peşinde koşan, eğer boşluk duygusuna düşmemişse yeni bir manipülasyonla meşgulken, onlar sevdikleri şeyi muhafaza ederler…”
Ne tuhaf değil mi? Bu muhafaza ediş çocukluktan başlar. Çaba sürer bir süre. Muhtemelen içinde bulunduğu sosyal çevrede güç düşkünü bir ebeveyn ya da etkisi yüksek bir yetişkin kendi “büyük” hayallerini üzerinde gerçekleştirmek isterse, dünyaya aşk ile bakan gözleri görme yetisini kaybeder ve çocukluk doğal dokusunu yitirir. Cibran, çocuğun önemini şöyle ifade eder Ermiş‘in “Dine Dair” bölümünde : “Eğer Tanrı’yı bilmek isterseniz bilmece çözmeye girişmeyin. Onun yerine çevrenize bakın. O’nu çocuklarla oynarken göreceksiniz.”
Kitapta geçen mekan ve karakter isimleri de tesadüf değildir. Mustafa, Mitra ve Orfales. Bütün bu isimler Cibran tarafından kurguyu doğru bir şekilde okuyucuya vermek için bilinçli seçilmiştir. Orfales kentinin etimolojisine baktığımızda Orfe isminin Yunanistan’a Trakya’dan gelen, ezoterizmi savunan Antik Yunanlı bilge “Orfe”nin kastedilmiş olmasıdır. Batıdan doğuya ezoterik yolculuklarda Doğu bilgeliğini Antik Yunan’a yani Batı’ya aktarmıştır. İsmi çağrıldığı şekliyle “Örfe“dir ve “ışığıyla şifa veren” anlamına gelmektedir, Bu; Cibran’ın Mustafa’dan aldığı bilgiyle yeryüzüne şifa yayan bir kentin ütopyasıdır.
Ermişin Bahçesi ismiyle yazılan devam niteliğindeki eserde derviş doğduğu adaya döner ve orada sevenleriyle buluşur. Onlara huzurlu bir yaşamın yolunu açacak bilgiler verip halkla sohbet etmektedir. Ermişin Bahçesi bütün düşünsel hasatın toplandığı erginlenmenin son safhasıdır. Girişte de verildiği üzere doğduğu adaya gemi, Rumi aylardan Teşrin’de yanaşır. Rumi takvimde Teşrin; Birinci Teşrin, Ikinci Teşrin olmak üzere
on ve on birinci aylardır ve bu da günümüz takviminde Ekim ve Kasım’a denk gelir. Doğada şarabı şarap yapan üzümlerin, zeytinlerin ve daha bir çok hasadın alındığı mevsimdir. İsimler gibi takvim de tesadüfî değildir. Metafor olarak her şey yerli yerinde ve bilgi dahilinde seçilmiştir.
Doğduğu adaya çıkışı, Ermiş‘i ermiş yapan çocukluğuna, ailesine bir dönüştür ve artık bütün hesaplar kesilmiştir. Ham meyve olgunlaşmıştır ve bu süreç sonunda geçmişle yüzleşmek hep acılıdır. Bu acıyı Cibran Ermiş’in Bahçesi’nde şu şekilde belirtir: “Benim doğduğum adaya yaptığım hac yolculuğunu tamamlamam acılıdır, tıpkı öldürülen bir adamın hayaletinin onu öldürenlerin önünde diz çökmeye gelmesi gibi…”
Ermiş‘in devamı olan bu kitabı okurken ezoterik bilgilerin, doğa bilimlerinin ve simyanın kitaba gözle görülür bir biçimde hakim olduğu ve Ermiş‘teki konuların daha rafine hale geldiği net bir biçimde duyumsanır. El-Mustafa şöyle der :”Siz beni öğretmen yapmak için mi doğduğum adaya kadar getirdiniz? Öğretmenlik beni tutsak almış değil. Kendimden başka, her zaman derinden derine gelen o çağrıdan başka herhangi bir şeyden konuşamayacak kadar genç ve toyum. Öğretmenlik isteyen onu bir düğün çiçeğinde ya da bir parça kırmızı balçıkta arasın.” Cevapları esas verecek olanın doğa ve işleyişi olduğuna dair bu söylem Alman edebiyatında Romantizm akımının dâhisi Novalis’i akla getirir, ki kendisi de sırları toprakta, çiçekte, donmuş suda, kayada ve başka oluşumlarda aramıştır.
Ayrıca kitaplardaki karakterlere geri dönersek Ermiş‘te kadın karakter olarak beliren Mitra, Ermiş’in Bahçesi’nde Kerime olarak karşılığını bulur. Mitra’nın anlamına bakıldığında Farsça’da güneş ve Antik Ariler’de güneş ışığı ile ilişkilendirilmiş Tanrı mitidir. El-Mustafa’ya ilk inanan, O’na yönelen ilk insandır. Daha sonra çocukluk arkadaşı Kerime ile bir araya gelir Mustafa. Bu bir çocuklukla yüzleşme metaforudur. Kitaba hakim olan sis metaforu Kerime karakteriyle eşleşir.
Ruhu sis gibidir, gezinir tepelerde… Sis; yerle temas eden hava içindeki su buharının donarak kristalleşmesi sonucu ortaya çıkan küçük su damlacıkları veya buz kristallerinden meydana gelmesidir. Ruh bir kristalleşme anı ile karşı karşıyadır. Sisi benliğini tamamlayan bir kız kardeş (ve belki Kerime’ye atıfta bulunarak) gibi tanımlar.
Yaşamın iki ucu -sıfırlar ve birler- tek vücutta toplanmıştır artık. Sisten sıyrıldığında yeniden doğum başlar ve Cibran anlatımın doruk noktasında şöyle son verir Ermişin Bahçesi’ne:
“Ey Sis, kız kardeşim, kardeşim Sis,
Seninle birim şimdi.
Tek benlik değilim artık,
Yıkıldı duvarlar
Ve kırıldı zincirler;
Yükseliyorum sana doğru sis olarak,
Birlikte dolaşacağız denizin üzerinde hayatın ikinci şafağına kadar,
O şafak seni bir bahçeye çiğ damlaları olarak bıraktığında,
Beni de, bebek olarak bir kadının göğsüne….”
Ve insanlık bir yıkımdan sonra evine döner. Ana rahminin ışığı dişil varlık, sıyırır bizi ikili görümüzden. Belki biter Kabil ile Habil’in savaşı. Ya da Kabil’in suçunu kınayan, asıl suçluyu göremeyen uygarlık; Habil’in ruhunu fark eder belki… Mağdur gibi görünen ama suçlu olan ruhunu!
Kaynakça:
Ermiş, Halil Cibran, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016
Ermişin Bahçesi, Halil Cibran, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016