Yeni bir ev kurarken alınacak ilk eşyalardan biri, çoğu kişi için en önemlisi, perdedir. Amaç dışarıdaki gözlerin içeriyi görmesini engellemektir, çünkü içerisi mahremdir. Peki, ya o gözler hâlihazırda içerideyse?
Orwell’in anti-ütopyasında gözetleyen gözler sadece içeride değil, her yerde ve her an açıktır. Resimlerini herkesin gördüğü ancak gerçekte kimsenin karşılaşmadığı, hatta varlığından bile şüphe duyulan Büyük Birader’in gözleridir bunlar. Büyük Birader her şeyi gören ve bilen, hataları affetmeyen, cezalandırıcı bir tanrı figürüdür aslında. Jeremy Bentham Le Panoptique adlı eserinde gözetleme sorununa mimari bir çözüm olarak Panoptikon fikrini sunar. Buna göre merkezde gözetmenin yer alacağı bir kule ve bunun çevresinde sakinlerinin birbirleriyle iletişim kuramayacakları şekilde yan yana dizilmiş hücreler bulunacaktır. Hücreler önden ışıklandırıldığından kuledeki gözetmen herkesi izleyebilirken, hücredekiler ne birbirlerini ne de kendilerini gözetleyeni göremeyecek, ancak her an gözetlenmekte olduklarını bileceklerdir. J. P. Barou ve M. Perrot ile söyleşisinde Bentham’ın projesini irdeleyen Foucault, kuledekinin kim olabileceğini sorar: “Bentham kuleye kimi koymaktadır? Tanrı’nın gözünü mü? Fakat Tanrı onun metninde pek yer almaz… Kim o halde? Velhasılı, Bentham’ın da iktidarı kime emanet edeceğini pek iyi bilmediğini söylemek gerekir” (Foucault, İktidarın Gözü, s.97).
Orwell ise kuleye Büyük Birader’i oturtur ve onu şöyle tanımlar:
Büyük Birader yanılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler, tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden doğar ve ondan esinlenir. Büyük Birader’i bugüne kadar gören olmamıştır. O, duvarlardaki posterlerde bir yüz, tele-ekranlarda bir sestir. Onun asla ölmeyeceğinden kesinlikle emin olabiliriz, ne zaman doğduğu ise belirsizdir. Büyük Birader, Parti’nin dünyaya görünmek için büründüğü surettir. İşlevi, bir örgütten çok bir bireye karşı daha kolay duyulabilecek sevgi, korku ve saygı gibi duyguları kendisinde odaklandırmaktır. (s. 239)
Büyük Birader’in gözleri binaların dışına, içine, apartman dairelerinin içine, dairelerin camlarından bakınca hemen görülebilecek her yere asılmış dev posterlerden sürekli insanlara bakmaktadır. Posterlerin altında BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazıyor olması da zaten kısıtlayıcı olan izlenme hissini daha da pekiştirir. Hiptonize edici bakışlar yalnızca posterlerden de değil, kitap kapaklarından, sigara paketlerinden, banknotlardan, kısacası her yerden insanları izleyip durur: “(Winston) Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader’in kapaktaki portresine baktı… Sanki büyük bir güç üzerinize yükleniyordu; kafatasınızda bir delik açıp beyninizi tepikliyor, yüreğinize korku salarak inançlarınızı koparıp alıyor, handiyse aklınızın tanıklığını yadsımaya razı ediyordu sizi.” (s. 105)
Büyük Birader teknoloji vasıtasıyla hâlihazırda rahatsız edici olan bu izleme/izlenme durumunu daha da ürkütücü bir boyuta taşımıştır. Tele-ekranlarla donatılmış 1984 Okyanusya’sında mahremiyet artık sözlükte olmayan bir kelime; dolayısıyla da var olmayan bir kavramdır. İktidar gücünü elinde tutan O’Brien gibi İç Parti üyeleri dışındaki vatandaşlar tarafından kapatılması mümkün olmayan tele-ekranlar evlerde, iş yerlerinde, sokaklarda, tuvaletlerde, hapishanelerde gece-gündüz insanları gözetlemektedir. Hem alıcı hem de verici vazifesi gören bu ekranlar yalnızca izlemekle kalmaz, aynı zamanda bireylerin yaşamlarına müdahale aracı olarak da kullanılır. Örneğin her sabah kalkış düdüğünden sonra başlayan Beden Alıştırmalarından birinde Winston zayıf düşmüş bedeni acılar içinde olduğundan egzersizi düzgün yapamayınca kadın eğitmen doğrudan ona hitap
ederek bağırır: “6079 Smith W! Evet, sen! Biraz daha eğilir misin, lütfen! Bence daha iyisini yapabilirsin. Kendini vermiyorsun ki. Az daha eğil, lütfen! Tamam, böyle daha iyi, yoldaş. fiimdi rahat! Herkes beni izlesin.” (s. 61) Dolayısıyla, düdük çaldığında yataktan kalkmamak ya da bir sabah olsun egzersizleri yapmamak gibi özgür bir tercih söz konusu değildir. Benzer bir durum kitabın hapishanede geçen son bölümünde de görülür. Winston’ın başka tutuklularla birlikte bulunduğu hücrenin dört duvarında da tele-ekranlar bulunmakta ve tutukluların her hareketine anında müdahale edilmektedir: “6079 Smith W!
Hücrede elleri cebe sokmak yok!” (s. 260) Ampleforth ve Winston’a birbirleriyle konuşmamaları, susup kıpırdamadan oturmaları buyurulur. Parsons hücredeki tuvaleti kullanırken yüzünü kapatan Winston yine tele-ekrandan gelen bir emirle yüzünü örtmenin de yasak olduğunu öğrenir. (s. 268)
Hem her an, her yerde tele-ekranlar tarafından izlenmeleri hem de çevrelerindeki herkesin casus ya da düşünce polisi olabilme ihtimali nedeniyle sürekli tehdit altında yaşamakta olan Okyanusya bireyleri yüz ifadelerini ve duygularını da denetim altında tutmak durumundadırlar. Zira “düşüncesuçu” ve “yüzsuçu” gibi unsurların var olduğu bu toplumda kişi bir anda Büyük Birader’den nefret ettiği gerekçesiyle Sevgi Bakanlığı’na götürülebilir:
Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi. En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Kaldı ki, yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile (örneğin, bir zafer açıklanırken inanmamış görünmek) cezayı gerektiren bir suçtu. (s. 87)
İşte bu nedenle Winston günlüğüne gizlice KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazarken “Yüreği yerinden oynamıştı, ama nicenin alışkanlığıyla yüzünde en küçük bir ifade yoktu” (s. 44), sabah Beden Alıştırmaları için yerini aldığında tüm fiziksel acılarına ve isteksizliğine rağmen egzersiz için “uygun görülen o sert ama hoşnut bakış”ı takınır (s. 56) ve eğitmen ona seslendiğinde kendi kendine “Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki ufacık bir kıpırtı seni ele verebilir,” diye telkinde bulunur (s. 61). Aynı şekilde Julia’dan aldığı “seni seviyorum” yazan notu tele-ekranlarla dolu tuvalette okurken de duyduğu heyecanı belli etmemek için büyük çaba sarf eder zira tele-ekran kalp atışlarını denetleme özelliği de bulunan bir teknoloji harikasıdır.
Posterler ve tele-ekranların yanı sıra çocuklar da Büyük Birader’in gözlerinin her yerde olmasına olanak sağlamaktadır. “Casuslar” adlı örgütte oyuncak silahlarla alıştırma yapan, Büyük Birader sevgisi aşılanan ve düşüncesuçu işleyen yetişkinleri tespit ve ihbar etmeyi öğrenen çocuklar kendi anne-babalarını dahi ihbar eden birer korku unsuru haline gelmiştir. Foucault Panoptikon sistemi için “tecrit edici görünürlük” tanımını yapar (İktidarın Gözü, s.87). Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te de amaç tıpkı Bentham’ın tarif ettiği mimari yapıdaki gibi bireyleri tecrit etmektir. Dolayısıyla aile kavramının da ortadan kaldırılması gerekmektedir: “Aile tümden ortadan kaldırılamadığı için, insanlar eskiden olduğu gibi çocuklarını sevmeye özendiriliyordu. Buna karşılık, çocuklar ana babalarına karşı sistemli bir biçimde kışkırtılıyor; onları ispiyonlamaları ve sapmalarını ihbar etmeleri öğretiliyordu. Aile, Düşünce Polisi’nin bir uzantısı olup çıkmıştı” (Orwell, s. 162). Buna örnek olarak romanda Yoldaş Ogilvy on bir yaşındayken amcasını, Parsons’ın küçük kızı da önce hiç tanımadığı bir adamı sırf ayakkabılarından kuşkulandığı için, ardından kendi babasını uykusunda konuşurken “kahrolsun Büyük Birader” dediğini duyduğu için ihbar eder ve yakalattırır. Düşüncelerinin açığa çıkmasından ve ihbar edilmekten korkan Okyanusya vatandaşları Panoptikon’daki hücrelerinde birbirlerine görünmez kılınan bireyler gibi Zafer Konutları’nda yaşayan komşularıyla iletişim kurmadan, tele ekranın gözetiminde bir nevi hapis hayatı yaşarlar.
Panoptikonun merkez kulesinden hücrelere uzanan ışığın ve ardındaki gözetmenin yerini Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te Büyük Birader’in gözleri, tele-ekranlar, casuslar ve helikopterlerle devriye gezip evlerin içini de gözetleyen düşünce polisi alır. Böylelikle Foucault’nun belirttiği gibi “gerçek bir tabi olma durumu, hayali bir ilişkiden mekanik olarak doğmaktadır… Güç kullanmaya gerek kalmamaktadır” (Hapishanenin Doğuşu, 299). Foucault “Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır,” der (age, s.296). O’Brien’ın tuzağına düşen Winston da pencereleri olmayan Sevgi Bakanlığı’nda tutuklu bulunduğu hücrede gece mi gündüz mü olduğunun ayrımını yapamaz halde yüz bir numaralı odaya götürülen düşünce suçlularına neler yapıldığını düşünürken bunu anlar: “İçgüdüleri, orada ışıkların hiç söndürülmediğini söylüyordu. Orası karanlığın olmadığı yerdi” (s.263). Foucault’ya göre bu sürekli görülebilirlik hali “tutukluda iktidarın otomatik işleyişini” sağlamaktadır. Önemli olan tutuklunun sürekli olarak gözetlendiğini bilmesi, ne zaman gözetlendiğini asla bilmemesi ancak her an gözetleniyor olabileceğinden emin olmasıdır (Hapishanenin Doğuşu, 297).
Winston’ın dairesindeki tele-ekran ve dışarıda gezinip duran polis helikopteri izlendiğini unutmasına izin vermez, fakat bunun ne zaman olduğunu bilmesine imkân yoktur: “Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi. Ama size istedikleri zaman bağlanabildikleri açıktı. Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz.” (Orwell, s. 27) İçgüdüye dönüşen bu alışkanlık Foucault’nun bahsettiği iktidar işleyişini mümkün kılmaktadır. İşte bu nedenle Winston ve diğer vatandaşlar İki Dakika Nefret seansı sırasında Büyük Birader’in yüzü kışkırtıcı sloganlar eşliğinde ekranı kapladığında kendilerinden geçip Büyük Birader’e övgüler yağdırmaktadırlar ve anlatıcı bu durumu “daha çok kendi kendini hipnotize etme, bilincin ritmik bir gürültüyle bile bastırılması eylemi” olarak ifade eder.
Foucault; Panoptikon’un, iktidarın sürekliliğini sağlayan, masrafsız bir yöntem olduğunu şu şekilde açıklar: “Yalnızca bir bakış. Gözetleyen bir bakış ve bakışın ağırlığını üzerinde hisseden herkes, bakışı öyle içselleştirir ki, sonunda kendini gözleme noktasına varır; böylece herkes kendi üzerinde ve kendine karşı bu gözetlemeyi işletecektir” (İktidarın Gözü, 95). Günce tutmaya karar veren Winston güncesini tele-ekrandan görülemeyeceğine inandığı bir girintiye sığınarak yazmaya başlasa da gerçek düşüncelerini kâğıda aktarmak yerine düşünce polisinin ve Büyük Birader’in tehlikeli bulmayacağı, hatta belki hoşlanacakları şeyleri yazmaktan kendini alıkoyamaz. Dolayısıyla izlenmiyorken bile izleniyormuş gibi hareket etmektedir. Mahremiyetten doğan mahrumiyet öyle bir noktaya varmıştır ki günce tutmak gibi son derece kişisel ve özel bir eylemin bile gönül rahatlığıyla gerçekleştirilememesinin ötesinde bireyler yüz ifadelerine ve beden dillerine bile özen göstermek, sürekli olarak otosansür uygulamak ve kendi kendilerini bastırmak durumundadırlar.
Okyanusya halkı sokakta tek başına gezemez, karşılaştığı kişilerle istediği gibi konuşamaz, sorgulanma tehlikesi olmadan bir yerden bir yere gidemez, istediği herhangi birine özel bir mektup yazamaz, yazsa bile polis tarafından açılıp okunacağını bilir. Yalnız kalmanın, “ayrıyaşam”ın, bireyselliğin tehdit olarak görüldüğü bu toplumda Winston’a bir sığınak sunan ve özel hayata çok değer verdiğini, herkesin yalnız kalabileceği bir yeri olması gerektiğini söyleyen Bay Charrington bile aslında iktidarın gözünün bir parçasıdır. Asansör görevlilerinin dahi herkesi izlediği bir ortamda aslında hiçbir suç unsuru taşımayan, kitap okumak gibi son derece masum bir eylemi izlenmeden yapabilmek Winston için dünyalara bedeldir: “Rahat rahat, güven içinde okuyor olmanın tadını çıkarmak istiyordu. Bir başınaydı: ne tele-ekran ne anahtar deliğinden bir dinleyen. İkide bir arkasına dönüp bakması ya da okuduğu sayfayı eliyle kapaması da gerekmiyordu.” (s. 215) Ancak orada bile izleniyor olduğunu sonradan öğrenecektir. Bentham ortaya attığı projenin demokratik olarak denetleneceğini ve bu şekilde iktidarı şeffaflığa dayandıracağını iddia etmiştir (Hapishanenin Doğuşu, 305; İktidarın Gözü, 93) ancak Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te benzer bir yöntemle şeffaf hale getirilen iktidar değil, bireylerin özel yaşamıdır. Amacı bağımsız düşünme olasılığını ortadan kaldırmak olan Parti’nin ele geçirmek istediği, bireylerin özgür iradesidir.
Günümüzde mobese kameraları, mağazaların, alışveriş merkezlerinin, otomatik para çekme makinelerinin, okulların ve hatta apartman girişlerinin güvenlik kameraları temelde suçu önleme, suçluları takip ve tespit etme amacıyla kullanılmaktadır. Ancak bütün bu güvenlik önlemleri potansiyel suçlular olarak sürekli izlenmekte olan bireylerde Büyük Birader’in gözünün bizim de üstümüzde olduğu hissini yaratmaktadır. Ayrıca her an nerede olduğunuzu bilen GSM operatörleri, arkadaşlarınıza bulunduğunuz yeri bildiren internet uygulamaları ve sürekli yeni tehditlere karşı gizlilik ayarlarını değiştirmeniz gerektiğine dair uyarılar aldığınız sosyal paylaşım ağları da hayatımızı kolaylaştırdığına inandığımız teknolojinin aslında ütopya ile anti-ütopya arasındaki ince çizgide durduğunu göstermektedir. Her ne kadar teknoloji Orwell’in kurguladığı kadar gelişmiş olmasa da, şimdilik yalnızca verici işlevi gören (ve her evin başköşesinde bulunan) televizyonların da taraflı yayınlarla, reklamlarla, insanları uyuşturan içi boş programlarla, üstü kapalı verilen mesajlarla Okyanusya’daki tele-ekranlar gibi beyin yıkama aracı olarak kullanıldıkları bir gerçektir. ‹nsanların hem kapalı hem açık alanlarda açık ya da gizli kameralarla izlendikleri, mikrofonlarla dinlendikleri, mahremiyetin usul usul ortadan kaldırıldığı 2011 toplumu bu anlamda Orwell’in kurguladığı 1984 toplumundan pek de farklı görünmemektedir. O halde Büyük Birader yalnızca Okyanusya’da değil, o her yerde. Mahremiyetlerinden yoksun kalan bireyler ise tıpkı Winston gibi yavaş yavaş yok olmakta:
“Büyük Birader diye biri var mı?”
“Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti’nin
cisme bürünmüş halidir.”
“Peki, ama benim var olduğum gibi mi var?”
“Sen yoksun ki,” dedi O’Brien.
(Orwell, 294)
Kaynakça:
Foucault, Michel, Hapishanenin Doğuşu, Çev:Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1992.
Foucault, Michel, İktidarın Gözü: Seçme Yazılar 4, Çev: Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.
Orwell, George, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Çev: Celâl Üster, İstanbul: Can Yayınları, 1984.
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2011 8. sayıda yayımlanmıştır.