Bir başkasına bakmasını, giydiği kıyafeti, dinlediği şarkıyı kıskandım. Onun sesini ondan, onu kendimden kıskandım. “Fazla üzerine gidiyorsun, bak yapma kaçıp gidecek bir gün, tüm bunlar için pişman olacaksın.” diye söylendi durdu Aynur anne. Yıllarca söylendi, yıllarca dinlemedim de kaldım bir başıma. Azıcık çenemi tutsam ne vardı sanki. İçimden ne geçiyorsa pat diye söyledim. Kavgalar, kavgalar, kavgalar… Sonunda gitti. Aferin bana. İyi de, bundan, bundan önce daha detaycı değil miydim, suçlusunu arayan mahkeme değil miydim ona karşı? Bir “neredeydin” sorusuyla gider mi insan? Neredeydin, neden eve gelmedin dedim alt tarafı. Neredeydin tüm gece, ben aklımdan seni bir saniye çıkaramazken, beni nereye koydun.
Ellerinden tutamadım giderken, parçalanırım diye korktum teninde. Kal, diyemedim. Valizine kıyafetlerini dolduruşunu, ben bağırırken susuşunu izledim. Ona aldığım kitaplar haricindekileri koliledi. İkimizin fotoğraflarını çerçevesinden ayırıp sehpanın üzerine bıraktı. Bıraktı diye, gitme demedim. Aralıktan, Emre Bey gidiyor muyuz diye bir ses doldu içeri. Ses kayboldu. Emre kayboldu. Kapı kapandığında, sekiz yılın yok olduğunu fark ettim. Bir adım içerdeyim, beş bin adım dışarıda. Ayaklarım değil evin içinde yürüyen. Sahi, gittin mi, yalnız mıyım bu evde, ama sen dolu her yerinde.
Dışarıda hiç olmadığı kadar yağmur yağıyor. Hiç olmadığı kadar, çünkü içim dışarıya yağıyor. Her şeyi tek seferde unutmak istiyorum. Saçma sapan bir sürü şey yaşadık yaşamasına da birbirimize olan saygımızı hiç yitirmedik. Gitmeyi gerektirecek kadarı olmadı. Bu kadar hızlı, bu kadar açıklamasız gider mi insan.
O çok sevdiğim sabah kahvaltıları, çeşit çeşit peynirler yok hayatımda. Kahvaltı bile etmiyorum desem yeri. Üstüme başıma, saçıma makyajıma takılmıyorum. İş dışında evden çıkmıyorum. Herkes olan bitenin farkında, kimsenin tek kelime etmeye cesareti yok. Ofise suratsız girmeme alıştılar. İnsan kaynakları, yanıma uğrayıp üç yıldır izin kullanmadığımı, nefes almadan çalıştığımı söyledi. Suat Bey hiç böyle bir adam değildir. Şaşırttı açıkçası. Benim için Ayvalık’ta bir haftalık tatil ayarlamışlar. Sonbaharın tadını çıkarırsın, bizden sana minik bir armağan olsun diyerek tamamladı sözlerini. Kabul edemem, işler yoğun desem de aldırış etmedi. Hatta kaçacağımdan o kadar emin ki, yanında yardımcımı arayıp bavulumu hazırlamasını isteyene kadar odadan gitmedi. Hazır değildim bu kadarına. Tatil ne, gezmek ne, nefes almak ne; unutalı upuzun zaman. Kimse dokunmuyor, çift kişilik yatakta tek kişi uyanıyorum, tabii ki suratsız gideceğim işe. Ne güzel olmuşsun diyenim olmadıkça kime ne yüzümün halinden.
İşler yarım kalmasın diye Meltem’i çağırdım yanıma. Biraz durumu anlattım.
-Gitmek istemiyorum. Sardılar başıma, gerçekten hazır değilim. Herkese rest çekiyorum da insan kaynaklarına gelince sesim kesiliyor. İşimi de kaybedersem nasıl devam ederim, saç tokamı kaybetmeye halim yok. Meltem.
-Cunda’da butik bir otel, emin ol sana çok iyi gelecek, daha önce kaldım, bir kahvaltıları var sorma gitsin. Orada yaşayan bir arkadaşımın telefon numarasını da vereceğim, çok bunaldın mutlaka ara. Her ihtimali karşı senin numaranı ona veriyorum. Ziyaretine gelecek, tersleme adamı.
-Adam mı, Meltem. Ne işim olur benim elin adamıyla, kendi başıma gezemiyor muyum ben. Bir de adam mı kaldı, en son adam dediklerim kapıyı çarpıp gitti. Özür dilerim, Emre senin akraban ama sen de yabancım değilsin. Adam deme bana, ben çoktan kapadım o sayfayı. Bir daha kimseyi almam hayatıma.
Gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bıraktı. İşaretparmağıyla çalışma masasında duran stres toplarına vurdu. Çın. Duyuyor musun? Çın. Hayat devam ediyor. Hepsinin farkındayım elbet, bu şirkete kimsenin farkında olmadığı kadar farkındayım her şeyin. Sen benim iş arkadaşım değilsin sadece. Emre gittiğinden beri pek bir şey konuşamadık. Biz de çok görüşmüyoruz inan. Nerede olduğu belli değil. Uzun zamandır kaçıp kaçıp gidiyor. Herkes merak içinde çünkü normal değil son zamanlarda. Hepimiz yara aldık, vardır bunda da bir hayır. Topla bu defa kendini. Suat Bey odandan çıkarken tatile gönderiyoruz dediğinde; sevinmeyeceğini biliyordum. Ben çok sevindim ama senin adına. Çünkü biraz daha nefes alıyor olmanın huzuru ile döneceksin evine. Güzel şehir kızım Ayvalık, valla bak.
Canımın yarısı, canımın yarasıyla bir. Hatıralarla dolu evim… ben baktığım her yerde onu görüyorum hala. Neyse gideceğim, zaten itiraz hakkım kalmamış. Tuhaf, eskiden işimiz daha yoğundu, vardiyalı çalışıyorduk gene de her şeyi eksiksiz yapıyordum. Hale bak, iki gömleği ütülemeye üşeniyorum. Bir tek ofiste farklıyım. Bunların yeri burası değil deyip işe dönmemiz gerektiğini söyledim.
Çok iş vardı, kapanması gereken tonla hesap, bitecek gibi de durmuyor, benim tatilim yüzünden mesaiye kalacaklar belki. İçim hiç ama hiç rahat değil. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Patavatsız Salih daldı birden içeriye. Hazır mısın, hadi eşyalarını alalım, hiç itiraz etme insan kaynakları talimat verdi. Otobüse binene kadar otogardan ayrılma diye de tembihlediler.
Eve uğrayıp bavulumu aldık, bir tatile ancak bu kadar isteksiz gidilir, emrivaki tatil mi olur diye dırdır edip durdum Esenler’e kadar. Suat Bey’in talimatlarına harfiyen uydu paşamız, kalkış saati gelene kadar yanımdan bir an olsun ayrılmadı. Camdan el salladı bir de öpücük attı, pis herif.
Otobüste toplasan sekiz dokuz kişi ya var ya yoktuk. Ayvalık da hakeza o kadar sakin ki. İstanbul’un kalabalığı nerede, burası nerede? Şanslı burada yaşayanlar. Şanslı mı hakikaten? Kim bilir burada da kaç kadın, kaç adamı gömmüştür içinin toprağına. Başladım ağlamaya. Titreye titreye buldum oteli. İçeriye girer girmez iyi misin diye sordular. Adıma bir rezervasyon yapılmış. Evet, evet biz de sizi bekliyorduk, iyi misiniz diye tekrarladı kadın. Evet, iyiyim ama gelir gelmez yük olmazsam bana bir Türk kahvesi yapar mısınız, mümkünse sade olsun. Siz gelin şöyle diyerek beni terasa götürdü. İnanılmaz bir manzara vardı karşımda. Kendimi görecek halim yokken, bulutun denizle bütünleştiğini gördüm. Eski Vita yazan yağ tenekeleri var ya, sarı sarı, işte onları kesip saksı yapmışlar. İçinde rengârenk sardunyalar, güller, sümbüller. Kahve gelene kadar etrafı inceleyerek sakinleşmeye çalıştım.
-Daha iyi gözüküyorsunuz, benim adım Zeynep. Sakın çekinmeyin olur mu, kendi evinizdeymiş gibi davranın. Eşyalarınızı odanıza çıkardı bizim oğlan. Bu arada en güzel mevsimde gelmişiniz Ayvalık’a. Kış geliyor kızanım. Ben kışın çok sıkılıyorum. Aman be ya çok konuştum, sen dinlen. Otelde senden başka kimse yok. Ben gün boyu mutfakta olurum. Bir ihtiyacın olunca Zeynep diye seslenmen yeterli.
Uzun süredir karşılaşmadığım bir samimiyet vardı Zeynep’in gözlerinde. Benden yaşça büyüktü. Ama abla de demedi. Hanım de demedi. Zeynep, de bana, dedi. Öyle iyi geldi ki, aylar sonra ilk defa bu kadar sıcak hissettim içimi.
Susmadı şu telefon. Sabahtan beri bilmediğim bir numara arıyor. Açmamak için direniyorum ama sanırım vazgeçmeyecek.
-Merhaba ben Ersan, numaranızı Meltem verdi. Geldiniz mi, sizi merak ediyormuş, telefonlarını açmıyormuşsunuz? Sizi otogardan almadığım için de azarladı beni. Şey. Yanlış anlamayın olur mu, ben çekinirim böyle şeylerden ama çok üzerime geldi. Rahatsızlık veriyorsam da hemen kapatabilirim.
Önce bas kalayı kapat desem de alabildiğince sakin davranmaya çalıştım. Belliydi utanarak aradığı. Teşekkür ederim iyiyim. Ben sizi unuttum. Evet, Meltem söylemişti ama aklımdan o an çıktı. Evet evet. Geldim, iyiyim. Yerleşme telaşına telefona bakamadım. Tık. Kapattım telefonu. Bir şey söyleyecekti fırsat vermedim. Biliyorum ayıp ettim. Bunca şeyden sonra hiç tanımadığım bir adamla bu kadar konuşmak bile… Aman. Neyse.
Meltemi arayıp rapor verdikten sonra salındım sokağa. Beyaz üzerine siyah yapraklarla sarılı, sonbahara münhasır salaş bir elbise var üstümde, Zeynep’in dediği gibi evimde gibi hissediyorum, sanırım. Otel kapısından çıkar çıkmaz kediler sardı etrafımı. Sarısı, beyazı, grisi, siyahı ve üstelik hiç yabani de değiller. Al koynunda uyut. Oldukça bakımlılar. Onları severken kendimden uzaklaştığımı, o katlanılmaz savaşı hafiflettiğimi hissettim. Bu mükemmel bir şeydi, hele ki aylar sonra bunu duyumsamak ne güzeldi. Birden aklıma az önce terslediğim adam geldi. Birinin kalbini kırıyor olmanın telaşı sardı içimi. Kucağıma beyaz kedi yavrusunu alıp, oturdum taş sokağın köşesine. Son arayan numarayı çevirdim.
-Ersan Bey merhaba, gelmişken size de uğramam konusunda bana da ısrar ediyor Meltem. Anneniz bizim köydenmiş, uzun zaman oldu doğduğum yerlerden biriyle konuşmayalı, uygunsanız bir kahve ısmarlamak isterim.
-Beni çok mutlu ederseniz, aynı köyden olduğumuzu bilmiyordum. Ben çok yaşamadım oralarda ama annemler kışları hala gideler. Neredeyseniz gelip alabilirim sizi.
-Siz zahmet etmeyin, konum bildirin ben gelirim.
-Şöyle yapalım, Cunda’ya yarım saat mesafede bir restorantım var, iyi balık yapar bizim çocuklar. Araçsız buraya ulaşmanız sorun olur, kardeşimle hale balık almaya geleceğiz akşam yemeği için, dönüşte sizi de alalım kahve içebileceğimiz çok güzel bir yer biliyorum. Sonra yanlış anlamazsanız akşam yemeğine misafir edelim, ailemle de tanışmış olur, sıkılmazsınız burada.
Kalabalığa karışmaya çekinsem de, peki dedim. Öyle naif bir ses tonuydu ki İstanbul’a döndüğümde uzun süre çınlayacak kulaklarımda. Sanki bir hikâye anlatacaktı da itiraz edemiyordum. İki saat kadar geçti, sokağın köşesinden beni aldılar. Çam ağaçları ile dolu yollardan geçtik. Ağaçların ardı evlerle, evlerin önü denizle kaplı. Kahveleri içtikten sonra dediği gibi yarım saat kadar sürdü gideceğimiz yer. Dar sokaklardan sonra patika bir yol, ağaçlar, tarlalar, nereye gidiyordum hiçbir fikrim yoktu. Ürkmedim de. Çünkü sesindeki gibi kibar bir adamdı Ersan. Kısa sürede samimi olduk, ailesi de en az onun kadar… Barbun yiyeceğim ben ama tavada olmasın mümkünse ızgara da olsun diye söyledim garsona. Şaşkın şaşkın bakıp ama barbun ızgarada güzel olmaz ki dedi. Öyle istiyordum. Birden aklıma Emre gelmişti çünkü. Böyle severdi. Eliyle, gülüşüyle, kılçıklarını bana atarak yer, ortalığı savaş alanına çevirirdi. Yemeğin ardından Ersan bağlamasını aldı eline ve başladı söylemeye:
“Cahildim dünyanın rengine kandım, hayale aldandım, boşuna yandım. Seni ilelebet benimsin sandım. Evvelim sen oldun. Ahirim sensin.”
Tutunamazdım, ağlamak o an dua dua. Çünkü başını eğip türküyü söylemeye başladığında Emre’yi gördüm bir anda. Saçımla gözyaşımı sildim. Ahiri de ömrü de tükettiğimi fark ettim.
Sıradan bir restaurant değil burası. Gayet nezih ailelerin katıldığı, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, çoluklu çocuklu bir yerin işletmecisi Ersan. Bağrımı delen adam. Göğsümden bıçaklayıp içimdekini denize dökmeye yeltenen adam. Ağlayacağım tabii ki.
Saat epey ilerledi. Bu kadar uzun kalmak büyük bir gelişme benim için. İzin isteyip kalkmak isteyince biz aldık biz bırakacağız diye ısrar ettiler. Yol boyunca nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Gözlerimi yoldaki çizgilere kaptırmış gidiyordum. Gecenin tüm dinginliği çökmüş uzun süredir duymadığım bir huzur örtülüydü kulaklarımda. Trafik lambaları dâhil, iyi hissettiğimi söylüyordu, tüm hatırlamalara rağmen hem. İçimden bir ses Emre’yi düşünerek Ersan ile yatmamı söyledi. Aklısıra cezalandıracaktım. Aniden hemen son verdim bu düşünceye.
-Hayat devam ediyor, her kim için üzülüyorsanız bu kadar, hayat devam ediyor, teşekkür etmek istiyorsanız iyi olun, gözlerinizdeki hüznü okumak çok ağır. Hem kendim hem de ailem adına geldiğiniz için çok teşekkür ederim. Beni Meltem’in dırdırından kurtardınız, e tabii ki sizi tanımama vesile oldunuz.
-Sağ ol Emre. Emre… Çok pardon Ersan. Bu akşam hayat devam ediyor dedim ilk defa sayende, ilk defa Emre. Başka ne desem az. Hayat hepimiz için devam ediyordur umarım. Çok kalmayacağım burada. İstanbul’a geldiğinde mutlaka misafir etmek isterim ben de sizi. Hoşça kal, çok selam söyle evdekilere.
Kardeşiyle bakışıp indim arabadan. Hiçbir şey sormadı, beni rahatsız edecek hiçbir şey yapmadı. O kadar ölçülü aynı zamanda o kadar çekingendi ki, biliyordum o çekingenliğinin arkasında derin bir hikâye vardı. Ya da hislerimin de ötesinde söylemediği başka şeyler saklıyordu aksak yürüyüşünün arkasında. Ben de unuttum diye bağırıp unutmadığımı kusuyordum üzerime.
Tatilin geriye kalanında otelden çıkmadım. Tüm gün uyudum, ara ara balkona çıkıp o manzaraya doğru akıttım ruhumu. Doğuyorum galiba, gökyüzünde ve denizin üzerinde tekrardan vücut buluyorum. Tepeden tırnağa baştan yaratıyorum kendimi. Yaratılışım yaralarımdan uzak olsun diye, deniz suyunu dolduruyorum ciğerlerime. Dönüş vakti gelip çattığında buraya gelmemek için direnen ayaklarım çivi çakmak istiyordu toprağa. Kalayım, hatta burada öleyim ben diye diye çıktım yola.
İstanbul kendinden bir şey kaybetmemiş. Gene aynı kalabalık, sürekli bir yere yetişme telaşı, bir yere gitme süresi alabildiğince uzun. Toplu taşımalarda ayakta gitmek farz, şahsi aracınla trafiğe çıkmak günahın gibi. Haklıymışlar, çoktandır ihtiyacım varmış böyle bir tatile.
Apartmana girerken sebepsiz bir ürperti sardı içimi. Valizimi yatak odasına bırakıp mutfağa doğru ilerledim. Buzdolabında yiyecek tek lokma yoktu. Magnetlere ilişti gözüm, hayatımın anlamısın, hayatım seninle devam ediyor yazıyordu bir tanesinde. Hemen yanında pizzacının numarası, arayıp bir minik boy söyledim. Konuşurken arka taraftan ısrarla Meltem arıyordu, tekrar aradığımda sana geleceğim, konuşmamız gereken şeylerin olduğunu söyledi. Kaç yıllık arkadaşım, sana geleceğim diye hiç aramamıştı daha önce beni. Bu saatte hem de.
Çok geçmeden zil çaldı. Gözleri kıpkırmızı, yüzü oldukça soluktu. Onu ilk defa böyle görüyordum. Ne oldu neyin var demeye cesaret bulamıyordum. Kötü şeyler duymaya, tekrardan yara almaya tahammülüm yoktu belki. Henüz ayağa kalktım diye avutuyordum kendimi. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, araya laf sıkışıyordum. Tatil şöyle geçti, ya iyi ki dinlemişim de gitmişim. Karnın aç mı sana da pizza söyleyeyim mi?
Kısa kısa cevaplar veriyor, konuşurken sesi titriyordu. Adeta ne oldu diye sormamı bekliyordu. İnadım yersizdi. Anlatmaya kararlıydı.
-Beni iyi dinle. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Böyle bir şey nasıl söylenir onu da bilmiyorum. İçimi çıkarıp içine dökesim var. Susmamı bekliyorsun, benim de sesimi yutasım geliyor. Konuşmaya mecburum. Konuşmak zorundayız.
Birkaç saat önce duyumsadığım o huzur, yüzümü çizmek için çabalayan tırnaklarıma bıraktı kendini. Dudaklarım ısırmaktan kanayacaktı. Çorabımı çıkarıp cenin vaziyetinde ayak parmaklarımı kırmaya çalıştım. Acıyı hissetmiyordum.
-Emre yi kaybettik. Emre’yi.
-Onu biliyoruz, yıl olacak neredeyse. Onun adını duymak istemiyorum artık.
-Öyle değil. Emre’yi tamamen kaybettik. Emre öl…
-Ne diyorsun ya hu sen?
Birkaç saat evvel haberi geldi. Çok şaşkınım. Çok şaşkınız. Hiçbir şey bildiğimiz gibi değil, bundan bir yıl önce Hepatit C teşhisi konmuş.
Doktorlar, iğneler, tahliller, trafik lambaları, evler, Emre, çiçek, yağ tenekesinden saksılar, Ersan, kediler. Meltem’in Sesi çığlık olup çatlıyordu kulaklarımda. Başka cümleler kurup dindirme derdindeyim tüm gürültüyü. Susmasını istiyordum, tüm bunların şaka olduğunu söylemesi için oracıkta canımı verirdim. Benden giderdi de bu dünyadan gitmesi, beni böylece bir başıma bırakıp gitmesini nasıl kabul edebilirdim.
– Kısa zaman önce öğrenmiş çok az vaktinin kaldığını. Tüm kaçamakları Ayvalık’a Ersan’ın yanına gidiyormuş.
-Ersan ne alaka, delirtecek misin beni Meltem!
-Çok yakın arkadaşlar, Ayvalık tatili tamamen onun fikri, Ersan’ı tanımanı istemiş. Otobüsteki koltuklar, otelde kimsenin olmayışı…
-Sen neler söylüyorsun Meltem. Bana bunu nasıl yaparsınız, neden aramadın, niye anlatmadın. Ya sen ne biçim arkadaşsın, Allah kahretsin seni. Ya Emre. Ya EmreĞ. Emreğğğğ!
Kayboldum. Başım duvardan duvara savruluyorken yediğim tokatla geldim kendime. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok. Sessiz sedasız gitmek istemiş canımın yarısı. En kötü hallerini kimse görmesin diye öylece uzaklaşarak, kaçar gibi adeta. Dokunmadı bana aylarca, bir kez öpmedi bile beni. Sadece gitti. Kal diyememenin, öylece gitmesine izin verişimin azabıyla dolu hayatım. Hayatım, fotoğrafımızı ayırdığı çerçevelere, elleriyle çizdiği resimlerimle dolu.
Çın! Çınlamalar durdu. Hayat, devam etmiyor.