Ferit Edgü’nün “O/Hakkâri’de Bir Mevsim”1 adlı romanının ilk baskısı 1977’de Ada Yayınları’nca yapılmış. Roman, daha sonra Onat Kutlar’ın senaryosuyla sinemaya da uyarlanmış. Başrollerini Genco Erkal ve Şerif Sezer’in oynadığı film sakıncalı bulunarak gala gecesi yasaklanmış.
Ferit Edgü, romanda Hak. ili diye andığı Hakkâri’nin, Pir. köyü diye andığı Piran köyüne 60’lı yıllarda er-öğretmen olarak gider ve yaklaşık on yıl sonra orada yaşadıklarından yola çıkarak yazar bu romanı.
Gala gecesi yasaklanan film, sonraları pek çok ödülün sahibi olacak, roman üzerine çeşitli inceleme yazıları yayımlanacak, hatta bir yüksek lisans tezine (Leyla Yiğit)2 de konu olacaktır.
Orhan Miroğlu, şöyle der yapıt hakkında:3
“Edgü’nün romanı, dillerini, âdetlerini bilmediğimiz bir coğrafyayı anlatıyordu; yazıldığı yıllarda Hakkâri’yi anlayabilseydik, bu ülkede edebiyat ve siyaset farklı olabilirdi.
O yıllarda, şimdiki gibi sadece ölüm ve sadece umutsuz sabahların gecelerini delip geçen kurşun sesleri yoktu, ama romanda anlatılan her şey, bu coğrafyanın insanlarıyla yaşadığımız yabancılaşmanın bir gün bizi sürükleyebileceği felaketlerin habercisi gibiydi sanki…”
Miroğlu’nun tespitine katılmamak olanaksız. Reddetmek yerine anlamayı seçmiş olsaydık, filmi sakıncalı bulup yasaklayacağımıza söylediklerini duymaya çalışsaydık… Kuşkusuz söz ettiğimiz coğrafyada yaşananlar bugünkünden çok farklı bir noktada olabilirdi.
Edgü’nün “Hakkâri’de Bir Mevsim”in “Ön ve Sonsöz” bölümünde yazdıkları, bu kaygıyı dile getirir:
“Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir. Ortak dil ise, Ortak yaşam/ ortak bilgi/ ortak birikim/ ortak düş Kimi yerde, ortak düşüş demektir.”
Genel anlamda bu sözlere katılmakla birlikte, yaşamın içinde yer alan bazı durumlarda “anlamak”, çözüm için bir engel de olamaz mı, sorusunu da sormadan edemiyorum. Çelişki gibi görünüyor, farkındayım; ama çoğu zaman, anlamak, kanıksamayı da beraberin de getiriyor ve bu da çözümü –tastamam bir çözümün olanaksızlığını göz ardı etmeden, başkaldırı düzeyinde bile olsa itiraz içeren bir tutumun sürdürülebilirliğini en azından–olanaksızlaştırmıyor mu? Konuyu daraltarak söylemek gerekirse; söz ettiğimiz roman içinde yer alan bölgesel durumlar bağlamında –töre vb.–, “anlamak” bazen “kanıksamak” gibi bir açmazı da beraberinde getirebilir (mi?).
Bunu bir kaygı olarak baştan dile getirme ihtiyacı duydum; yola çıktığımızda itiraz ettiğimiz, baş kaldırdığımız bir durumu anlama çabasına girdiğimizde, yolun, kabullenme ve boyun eğişle sonlanması, her zaman seçenekler arasındadır ve bu da “töre” yi tam bir kısırdöngü haline getirme riskini içinde taşır.
Yazar:
“Başkaldırmanın yerini boyun eğme almış. Çaresizlikte bir umut yaratma çabası- Her ak kâğıdın üstüne bastığım mühür.” derken (s. 166) bu türden bir kaygıyı mı işaret ediyordu?
Neyse ki romanın tek kadın kahramanı(!) Zazi, dik başlıdır:
“Zazi’nin dik başının fotoğrafını çektim.” (s.180)
Roman, yalnızca işaret ettiği bölgesel gerçekler açısından değil, dili ve kurgusuyla da öne çıkıyor; onca çıplak-acı gerçeği (yoksulluk, salgın hastalıklar, çocuk ölümleri, kuma, çocuk gelinler vb.) düşle gerçek arası bir sarkaçta, nerden gelip nereye gittiği hatta adı bile kesin olmayan bir kahraman üzerinden yer yer şiirsel bir üslupla anlatmak ve bunu gerçeği hiç eğip bükmeden yapabilmek…
Gölge kadınlar
Romanda erkek kahramanlar genellikle fiziksel özellikleri ile de betimlenmesine karşın, kadınlar, bırakın bu anlamda betimlenmeyi, “çocuğun anası”, “…’in karısı”, “öbür kadın” gibi tanıtılır okura. Bu, kadınlık durumunun genel ifadesidir de bir bakıma; yalnızca Hak. (Hakkâri) de değil, ülkenin-coğrafyanın büyük bölümünde de durum farklı değildir. Bu kadarla da kalmaz; birçok bölgede kadınlar, mezar taşlarında bile eşlerinin adı-sanı ile anılırlar. Hal böyleyken, yazarın seçimi, gerçeğin ifadesidir de bir bakıma. “…gözleri sürmeli. Kulakları küpeli. Burunları hızmalı. Alınları dövmeli” bu kadınlar, gerçekte olduğu gibi, romanda da “kahraman” konumundan uzak, hep arka planda, gölgededirler. Ne ki yazar, olağanüstü üslubuyla bizi o gölgelerin ruhuna kadar götürür ve kadınlık-annelik durumunu, her şey az önce burada olup bitmiş-yaşanmış gibi yansıtır.
“…ağaç diker, buğday eker, odun keser, yün kırpar gibi” ölü gömülen bir yerdir Hak. ilinin Pir. köyü. Cüzam ve sıtma gibi hastalıklar “salgın” boyutundadır. Onlarca çocuk ölür, onlarcası daha ölecektir. “Bir çocuk ölüsü önünde, daha soğumamış, soğumasını yavaş yavaş avuçlarımda duyduğum bir çocuk ölüsü önünde tutamadım kendimi. Çocuğun yüzünü, boynunu, yarı çıplak bedenini okşuyordum ve ağlıyordum. Odadakilerden, yalnız çocuğun anasının gözyaşları eşlik ediyordu benimkine.” (s. 58)
Yalnıza annedir ölümü kanıksamayan, ölenin ardından gözyaşı döken…
Roman, 76’da yazılmış; bugün bile bölgenin ulaşım, sağlık sorunları çözülmemişken, neredeyse kırk yıl önceki durumu tahmin etmek zor değil. Özel bir bilgi; ama yeridir, değinmeli: Seksenlerin başında bir hastanenin çocuk servisinde çalışırken, sıtmadan değil ama ishal, kızamık gibi önlenebilir hastalıklardan ölen her çocuk, gözyaşı değil ama öfke olup akıyordu içime. Yoksulluğun, cehaletin, çaresizliğin boyutu inanılmazdı. Bu durumda da her zaman en büyük bedeli ödeyen, annelerdi kuşkusuz. Babaların-erkeklerin duyarsız olduğu gibi bir iddiam yok, elbette; ama, üst kattaki doğumhanede doğum yapan kadınların çığlıklarıyla, alt kattaki çocuk servisinde ellerinizde kızamıktan ölen bir bebeğin annesinin yüzündeki acı ifadesini, çığlığındaki ateşi aynı anda duymuşsanız, anne olma halinin nasıl bir can bağı olduğunu anlamak için çaba göstermeniz gerekmiyor. Doğum, ölüm ve kadın arasındaki o korkunç ama bir o kadar da vazgeçilemez bağın neredeyse nesneleşip görünür kılındığı o anı bir kez yaşamışsanız, yadsımanız olanaksızdır artık. Babalar üzülür, evet, ama bir daha tamamlanmamacısına eksilen, etinden et, canından can kopan, annedir. ‹şte o annelerdir roman boyunca adı anılmadan öyküleri anlatılan. Yazar, çoğu zaman kırık dökük birkaç cümleyle anlatır o öyküleri; hikâyenin kahramanları da kırık döküktür çünkü. Bu yüzdendir ki yazarın dili- sözcükleri, gölge kadınların-kahramanların yaşamlarıyla birebir örtüşür.
Zazi
Roman boyunca adıyla anılan tek kadındır Zazi:
“Bizim girdiğimizi görünce kalktı. Muhtara bir şeyler söyledi. Zazi’ydi bu (Muhtarın ikinci karısı). (s. 57)
Zazi, romanın kahramanlarından biri olan Halit’in kız kardeşidir:
“Kız kardeşim, Zazi, görmüşsündür. Zazi’yi gören bir daha unutmaz.” (s. 75)
Halit böyle der; ama yazar, Zazi’yi bir kez görenin bir daha neden unutmadığına açıklık getirmez. Biz, Zazi’yle Öğretmen’in (romanın ana kahramanı olan “sürgün”ün) ilk ve son kez karşılıklı (tercüman aracılığıyla) konuşmalarından çıkarırız bunu: Zazi, dik başlıdır, derdini bir yabancıya açıp soru soracak, yanıt-çare bekleyecek kadar! Yine yazarın açıkça belirtmediği ama hissettirdiği odur ki bölgenin kadınları boyun eğmiş, kabullenmiş ve konuşmak yerine içlerine atmışlardır. Zazi, farklıdır; başkaldırabilir. Ne ki Zazi’nin başkaldırısı da belli ki bununla sınırlıdır. Ana babası öldürülünce, Ağa’nın kapısında büyüyen, yine Ağa tarafından muhtara ikinci eş (yani kuma) olarak giden-gönderilendir Zazi. Yani “beşikten borçlu” olanlardan… Kocası, kendi üzerine kuma getirmeye kalkışınca başkaldırır:
Babama bir de senin söylemeni istiyor. Diyor ki, sor ona, hasta mı Zazi, de, Evinin direği değil mi, de Sana dört oğlan çocuğu vermedi mi, de Genç değil mi, de Sor ona, gönlün mü düştü o kıza, diye He, derse, yalan; görmedi ki yüzünü düşsün gönlü. Sen yabancısın, diyor anam, bir de sen söyle babama. Söz verdiyse tutsun, ama beni de yok bilsin, böyle, de,belki seni dinler, diyor anam. (s. 154-155)
Zazi’nin başkaldırısında bile bir kabullenmişlik vardır; hasta değildir, oğlan çocuğu doğurmuştur, evin direğidir. Töreye göre bunlar, kumanın gelişini haklı kılacak gerekçelerdir çünkü. Buna rağmen kuma getirmek istemektedir kocası. Kadının “birey-özne” değil “arzu-ihtiyaç nesnesi” olduğu gerçeğinin bölge kadını tarafından da kabul gördüğünün ifadesidir bu. Öyledir, çünkü binlerce yıldır öyle olagelmiştir. Töre, bunu emreder.
“Bu ne biçim töre ki, hak yok, hukuk yok; sevgi yok, saygı yok; yaşanan günler yok, yalnız yumruk var, yalnız horlanma var. Bunları söyle, anlamasa da söyle, diyor anam.”
Zazi’nin “yalnız yumruk var, yalnız horlanma var” deyişinden çıkarırız kadına fiziksel şiddetin de varlığını. (s. 154-155)
“Palanis’ten mi gelecek gelin? Na, diyor Zazi, söyle ona, gelin gelmeyecek. Ya da ben gideceğim. Bir kez, birinin bozması gerek töreyi değil mi?” (s. 154-155)
Zazi’ye ne oldu, bilmiyoruz. Evet, birinin bir kez töreyi bozması gerek ama bu Zazi olabildi mi? Günümüzdeki tablo, Zazi’nin de töreyi bozamadığını gösteriyor! Bozduysa bile, “bedeli ödenmiştir”. Öyle bir bedeldir ki bu, töre, töreliğini sürdürebilmiştir rahatlıkla. (Tam burada, yazının girişinde söz ettiğim kaygı, gerçekleşir gibi oluyor: Kendimi Zazi’nin yerine koymaya, anlamaya çalışıyorum. Zazi, yetim, beşikten borçlu, kimi kimsesi, dayanağı yok. Nereye gidecek? Hiç kuşkusuz üzerine gelen kumaya katlanacak ve bu bize onu suçlama hakkı vermeyecek! Peki ya başkaldırmak, göze almak, değiştirmek… Ama Zazi’nin başka hayatı yok, olasılığı da. Üstelik çocukları var… Anladıkça kabulleniyor muyum? Peki ama töreyi kim bozacak? Aradan bir ses çıkıp “Bütün bunlar kişisel çabalarla değil, toplumsal karşı koyuşla değiştirilebilir ancak” diyecek. “İyi de birey olma hakkı-hali ne olacak?” diye soracağım ben ve bu gölge oyunu sürüp gidecek. Bu arada Zaziler, bedel ödemeye, dayak yemeye, kumalığa, düşük yapmaya, dokuz ayda bir doğurmaya, doğurduklarının birkaçını gömmeye devam edecek.)
Bütün bu sorunlar o bölgeye özgü değildir; ama sorun yalnızca şiddetin ve kadına yönelik ayrımcılığın varlığı değil, bunların “töre” adıyla meşrulaştırılıyor oluşudur da aynı zamanda. “Törel” kavramının “meşru” anlamında da kullanıldığı düşünülürse…
Çocuk Gelinler
“Hadi, utanma, hadi git. Sen önermiştin, şimdi ben istiyorum, de. Hadi iste. Hadi satın al. Daha göğüsleri oluşmamış o narin yavruyu.” (s. 101)
Bu cümlelerden anlıyoruz ki muhtar, öğretmene (sürgün’e) bir çocuk gelin satın almasını önermiştir, imam nikâhıyla.
“Kıyın imam nikâhını, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al koynuna, o narin, saçları bitli yavruyu.” (s. 101)
İlkin reddettiği bu öneriyi, köyde kısa bir süre kaldıktan sonra kabul etmeyi düşünecek hâle gelmiş olmak da anlamak-kanıksamak ilişkisini bir kez daha gündeme getiriyor. Öğretmen bunu yapmıyor, evet; ama köydeki konumu “yerleşik” hale dönüşseydi, neler olurdu? Erkeğin cinsellik algısının kadına bakışı üzerindeki etkisini de bu kısacık bölümle açımlıyor yazar. Ki o algı, çocuk gelinlerin, kumalık durumunun da açımlanmasıdır bir anlamda.
Hacettepe Üniversitesinin Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’na (2008)4 göre, 18 yaşın altında evlenen kadınların oranı yüzde 28. Bölgeler arası farklılık gösteren bu oran Doğu ve Güneydoğu’da yüzde 40-42’ye çıkıyor.
Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği de bu konuda kapsamlı bir çalışma yapmış: Çocuk Gelinler: “Yıkıcı Ataerkil Sosyal Mirasın Mağdurları”5
54 ilde saha araştırması yöntemiyle gerçekleştirilen bu çalışma sonuçlarının tümünün okunup üzerinde düşünülmesinde yarar var. Araştırma, “Çocuk gelinler sorunu karikatürize edilmiş, marjinalleştirilmiş, masalsılaştırılmış bir sorun. Bu yüzden de kişisel zihin haritasında ‘gerçek’ bir yeri yok” diyor ki bu da bizi, sıklıkla yaşananın doğru-doğal oluşunun kabulüne götürüyor. Saha araştırmasında Tekirdağlı bir lise öğrencisi şöyle diyor:
“(Araştırmaya) Güneydoğu’da ve Doğu’da başlasanız daha iyi olurdu. Şimdi siz oraya gidene kadar belki 50 genç kız evlenmek zorunda kalacak. O küçücük omuzlar evlilik gibi çok büyük bir sorumluluğu taşımak zorunda kalacak.”
O cümle söylendikten bugüne kim bilir kaç “50 genç kız” daha çocuk yaşta evlenmek zorunda kaldı! Ve bu nedenle çocuk anne oldu, yıprandı, mutsuz oldu, intihar etti… Neden? Töre! Nedir töre? Ve neden kökeninde erkeğin her tür (cinsel, duygusal, ekonomik vb.) tatmini vardır?
Romandan uzaklaştığımı mı söylediniz? Aksine, tam da bunları söylüyor roman. Ve Zazi; romanın adı anılan tek kadın karaman(!)ı…
Başlık: Kadın “meta”ysa, başlık da “doğal” değil midir? Alınan-satılan diğer her “şey” gibi…
Hakkâri’de Bir Mevsim, bölgenin, yazıda andıklarım dışında kalan sorunlarına da değiniyor; kaçakçılık, ağalık, tefecilik vb. Dosya konusu gereği kadınla ilgili olan durumları öne çıkarmaya çalıştım; ama romanda öne çıkan, siyasi-ekonomik yapıdır. Güçlü (yani paralı) olanın güçsüzü (parası olmayanı) sömürmesi. Karınızı dövmeniz, aşağılamanız için paranız olması gerekmiyor; ama parası olanın işlediği cinayeti üstlenmeyi de reddedemiyorsunuz. Çünkü “beşikten borçlu” sunuz!
“Parası olan düdüğü çalıyor” ve değil paraya, bir kimliğe-ada bile sahip olamayan kadınlar bu düdük sesini bastırıp kendi seslerini duyuramıyorlar.
Dillerini yutmadılar.
Zaten başka dilde konuşuyorlar.
Sesleri… Öyle yüksek ki! Heyy!
Duyuyor musunuz?
Az önce bir kadın öldürüldü. “Devlet dersinde” hem de; Hak. ilinde ya da İstanbul’un göbeğinde.
Çünkü töre’nin uzun bacakları, büyük elleri var ve her yere sizden önce gidebiliyor.
Ferit Edgü’nün uzağı gören, gösteren, dillendiren Hakkâri’de Bir Mevsim’inin sayfalarından kaçan sözcükler çığlık olsa ne! Kimse (er kişi) kendine sunulan iktidar alanını terk etmeye yanaşmadıkça… Ve kadınlar her şeye rağmen “bir kez olsun töreyi boz”maya cesaret edemedikçe…
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2012 12. sayıda yayımlanmıştır.
Kaynakça:
[1] Metindeki tüm alıntılar şu baskıya aittir. Edgü, Ferit, O/ Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 19.baskı, İstanbul 2006.
[2] Yiğit, Leyla, “Ferit Edgü’nün Roman Ve Öykülerinde Yapı Ve Tema” (Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, 2007)
[3] Miroğlu, Orhan “Hakkari’yi Ferit Edgü’den Öğrendim”, Taraf Gazetesi, Kasım 11, 2011.
[4] Hacettepe Üniversitesi, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (2008)
[5] “Çocuk Gelinler: Yıkıcı Ataerkil, Sosyal Mirasın Mağdurları,” Uçan Süpürge Women News Site, erişim Eylül 22, 2012. http://www.ucansupurge.org/turkce/index2.php?Id=42