Sentipensante. Latin Amerikalı yazar Eduardo Galeano, esasen İspanyol literatüründe olmayan bu kelimeyi ilk kez Kolombiyalı balıkçılardan duyar. Kucaklaşmanın Kitabı’nda kelimenin hikâyesini şöyle anlatır: “İnsan neden yazı yazar, benliğinin bölük pörçük parçalarını bitiştirmek için değilse? Okula ya da kiliseye girdiğimiz andan başlayarak, eğitim, bizi kesip biçer, parçalara böler; ruhu bedenden, gönlü beyinden ayırmayı öğretir bize. Ama Kolombiya kıyılarının balıkçıları etik ve ahlâk konularında doktora yapmış olsalar gerek ki doğruyu söyleyen dili betimlemek için sentipensante, yani, hissederek düşünme, deyimini yaratmışlardır.” Yıllar sonra bir televizyon kanalındaki söyleşisinde, Kolombiyalı balıkçılarla sohbet ettiği o akşamı anımsar ve anlatırken şöyle der: “Benim için yolu gerçek anlamda açan kelimeydi.”
Tarihi, salt yaşanan olayların kronolojik sırası olarak değil, bir vicdan süzgecinden geçmiş anıları hatırlayarak damıtır kaleminden
Bu kelimenin uzunca bir yola kılavuzluk edişinin hikâyesi, Eduardo Galeano kitaplarında olabilecek en sade ve aynı zamanda en görkemli hâliyle kendi kendini anlatmıştır. Önce yaşadığı kıtanın, toprakların, ardından da “ben hatırlama takıntısı olan biriyim” itirafıyla dünyanın tüm hüzün ve sevinçlerini düş görür gibi yazmasının, tarihi hafızasıyla değil vicdanıyla hatırlamasının altını sağlam temellere dayandıran o tek kelime, sanki Kolombiya kıyılarının balıkçıları tarafından Galeano’yu bir çırpıda tanımlamamız için icât edilmiştir.
1971 yılında basılan kitabı Latin Amerika’nın Kesik Damarları ile kendisinin bile öngöremediği kadar kuvvetlice seslenir dünyaya. Sesi, geçmişten geleceğe hem kendisi hem de başkalarının yaşadığı haksızlıklar yüzünden, o haksızlıkları yaşayanlardan belki daha çok incinmiş birinin sesidir. Tarihi, salt yaşanan olayların kronolojik sırası olarak değil, bir vicdan süzgecinden geçmiş anıları hatırlayarak damıtır kaleminden.
Latin Amerika özelinde dünyanın ilgisini çeken bu kitap, sayısız zenginliklere sahip Latin Amerika coğrafyasının, sömürülmesine ve ezilmesine dair attığı bir çığlık olarak katılır tarih ve edebiyatın kayıt altına alındığı her yere.
“Tarihi bir yarışma olarak kabul edenlerin gözünde Latin Amerika’nın gecikmişliği ve yoksulluğu, başarısızlığının sonucudur: biz kaybetmişizdir, başkaları kazanmıştır. Ne var ki başkaları, sırf biz kaybettiğimiz için kazanmış durumdadır. Latin Amerika’nın azgelişmişliğinin tarihi, belirtildiği gibi, evrensel kapitalizmin gelişimine bağlıdır. Bizim yenilgimiz daima yabancıların zaferinin zımni koşulu olagelmiştir. Zenginliğimiz de daima yoksulluğumuzu doğuragelmiştir; dış imparatorluklarla onların içerdeki yerli bekçilerinin refahını artırmak üzere. Sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin simyasında, altın tenekeye, besinler zehre dönüşmektedir.”
Günümüzde, akla gelen ilk imgede neşeli, sıcak ve eğlenceli bir coğrafyaya dair, Orta Çağ’dan bu yana söylenecek neredeyse her şeyi söylemiştir Galeano. Kendi deyimiyle, bakışlarını geriye çevirmiş bir peygamberdir tarih: olmuş olandan hareketle ve olmuş olana karşıt olarak gelecek olanı haber verir. Latin Amerika’nın keşfinin Avrupa Kıtası’na getirdikleri ve Latin Amerikalı yerlilerden götürdüklerinin izleri her Galeano kitabında sürülebilir. Keşfedilen bu yeni topraklar, yeni bir coğrafyanın heyecanını yaşatmak yerine, insani muameleden eksik bırakılmış bir icât olarak görülmüştür. Coğrafyanın başkaları tarafından yazılan kaderine dair edilmiş sitemler de Galeano’nun tarihi anımsama biçimlerinden biridir: “Astronomundan yamyamına, mühendisinden taş devrini yaşayan vahşisine kadar her türden insan vardı karşılaştıkları yerliler arasında. Buna karşılık, yerli uygarlıkların hiçbiri demiri ya da sabanı, camı ya da barutu bulabilmiş değildi; tekerlek de kullanılmıyordu. Denizin öte yanından gelip bu topraklara çullanan uygarlıksa, yaratıcı Rönesans patlamasını yaşamaktaydı: bir keşiften çok bir icada benziyordu Amerika; tıpkı barut, baskı makinesi, kağıt ve pusula gibi, yeniçağın çalkantılı doğuşuna katkıda bulunacak olan yeni bir icat.”
Galeano’nun yolunu açan kelimeler kadar, geçmişte yaşanıp etkileri günümüze yansıyan olaylar da onun edebiyatının özü konumundadır. Sade bir anlatımla, gerçeği çıplak halde veren Galeano edebiyatı, özellikle onu okumaya Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabıyla başlayanları bir müddet veya bir miktar zorlamaktadır. Benim payıma düşense, sindirmek istemediğim fakat ne yazık ki reddetmenin tüm bu olup bitenlerin yaşanmamış olmasına yetmeyeceğinin verdiği hüzünlü hisler içinde gezinmek oldu o satırlarda. Yerli halklara yapılanlara dair öğrendiğim ne varsa, kitapta yavaş yavaş ilerlerken bir anda karşıma çıkan, “Akan kandan gün bile kıpkırmızı kesildi.” cümlesinin gölgesinde yerleşti aklıma.
Galeano’nun, Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabından sonra yazdığı tüm kitaplar biçimsel ve anlamsal olarak daha farklı tarzdadır. Kısa, kendi halinde, gösterişten uzak fakat yoğun metinlerle ‘anımsar’ olup biteni. Kendi coğrafyasında en güzel örneklerinin bulunduğu ‘Büyülü Gerçekçilik’ akımının etkileri, özelikle üç kitaptan oluşan Ateş Anıları serisinde ilk göze çarpandır. Edebiyatın tüm unsurlarını ve mitolojiyi aynı potada erittiği bir derya olarak gördüğüm bu kitaplar, aynı zamanda ne okulda ne de tekdüze tarih kitaplarında rastlamamızın zor olacağı değerli bilgilerle doludur.
Karım Helena, her sabah kahvaltı vaktinde, gece gördüğü inanılmaz rüyaları anlatarak beni küçük düşürür
Okurken, hafif sarsıntılarla atlattığımız tüm anlar, Galeano’nun sanki gördüğü bir düşü hatırlar gibi yazması sayesindedir. Hayal gücü ve gerçeğin birbirinin yolunu kesmeden, barış içinde alabildiğine birbirine eşlik ettiği kitapların yazarıdır Galeano.
Önce birkaç tanesini Kucaklaşmanın Kitabı’nda okuduğumuz, karısı Helena’nın rüyalarını, daha sonra ayrı bir kitap olarak yazmasının bir nedeni vardır: geçmişten bağını hiç koparmayan bilinçaltının günümüzle bağlantısı, günlük hayatın tüm arzu ve özlemleri ve sürgün döneminde maruz kalınan tüm haksızlıkların rüyalar vasıtasıyla gerçekliklerini meşrulaştırması ve Galeano’nun tüm bunlara olan saygısıdır. Diğer yandan, kendisi pek fazla rüya görmediği, görse de anımsamadığı için karısı Helena’ya bu konuda duyduğu kıskançlığın altını basılmış bir kitap ile çizmek istemiştir: “Karım Helena, her sabah kahvaltı vaktinde, gece gördüğü inanılmaz rüyaları anlatarak beni küçük düşürür. Sanki geceleri sinemaya gider ve her seferinde yeni bir rüya onu beklemektedir. O, rüyalarını anlatırken ben sessizce kahvemi yudumlarım. Doğru olan sesimi kesmemdir, çünkü hatırlamayı becerdiğim az sayıda rüya da utanç verici saçmalıktan başka bir şey değil. Ben de intikamımı, onun rüyalarını yazarak alırım.”
Bu sözlerle hafif alaycı başlayan Helena’nın Rüyaları kitabına, İspanyol sanatçı Isidro Ferrer’in, metinlerin zenginliğini daha da besleyen illüstrasyonları eşlik etmektedir.
Eduardo Galeano, kendi yazdıklarını çokça değerlendiren, üzerinde düşünüp taşınan, ham bilgiye mesafeli ve tarihin resmi olarak kayıt altına alınma biçimlerine bir çeşit güvensizlik duyan bir yazardır. Belki onu okumanın bu denli doyurucu olmasını, Galeano’nun kendine özgünlüğünün yolunu açan bu mesafe ve güvensizliğe borçluyuz. Bu konuda, Kucaklaşmanın Kitabı’nda bir yerlere not alır gibi içini döker bizlere: “Uzun süredir Ateş Anıları’nı yazmaktaydım; yazdıkça, anlattığım öykülerin içine daha çok giriyordum. Daha şimdiden geçmişle bugünü, dört bir yanımda olanlarla olmuşları ayırmakta zorluk çekmeye başlamıştım; yazmak benim sesimi yükseltmek ve kucaklayıp kucaklaşmak için bulduğum yöntemdi. Ne var ki tarih kitaplarında öznel olunmaması gerekiyordu. Bunu yaşlı şair José Coronel Urtecho’ya anlattım: yazdığım kitapta, nereden bakarsanız bakın, bu yüzden ya da tersten, ışığın önünde ya da arkasında , benim sevgilerimi ve kavgalarımı ilk bakışta görebilirsiniz. San Juan Irmağı’nın kıyısında yaşlı şair bana, köktenci nesnellik savunucularına pabuç bırakmak için ortada hiçbir neden bulunmadığını anlattı: “Kaygılanma”, dedi bana. “Aslında böyle olması gerek. Nesnelliği din yapıp çıkanlar yalancıdır. İnsanların çektiği acıdan korkar onlar. İstedikleri nesnel olmak değildir, yalandır bu; onların istediği, acı çekmemek için, nesne olmaktır.”
Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum
Şair José Coronel Urtecho’nun, Galeano’nun düşüncelerini tam anlamıyla besleyen ve destekleyen bu sözlerinin gözle görülür etkileri, Ateş Anıları serisinin ardından en çok Aynalar kitabında fark edilebilir.
“Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında. Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte. Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum. Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular. Eğer bunlar Ay’da değilseler, neredeler o zaman? Yoksa dünyada kaybolmadılar mı? Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?” cümleleriyle bitirir Aynalar kitabını.
‘Öteki’ Amerika’dan dünyaya yayılan, vicdan, adalet ve eşitlik dileyen sesi, şimdi tıpkı onun istediği gibi gerçek, çıplak, vurucu, reddedilemez ve görmezden gelinemez bir gerçeğe dönüştü. O, konuşması pek istenmeyen bir Latin Amerika’nın en gür sesli anlatıcısı oldu. Onun kitapları tarihe, resmi olup olmaması tartışılmaksızın, vicdani nedenlerle çok uzun süre önce geçmiş bulunmakta ve seslenmeye devam etmektedir.
Yazının başlığında ilham kaynağım olan sevgili Óscar Hernán Vargas Villamizar’a teşekkürlerimle.
Kucaklaşmanın Kitabı
Özgün Adı: El Libro de los Abrazos
Yazan: Eduardo Galeano
Çevirmen: Nihal Yeğinobalı
Sayfa Sayısı: 290
Yayınevi: Can Yayınları
Latin Amerika’nın Kesik Damarları
Özgün Adı: Las Venas Abiertas de América Latina
Yazan: Eduardo Galeano
Çevirmen: Roza Hakmen, Attila Tokatlı
Sayfa Sayısı: 359
Yayınevi: Sel Yayıncılık
Helena’nın Rüyaları
Özgün Adı: Los Sueños de Helena
Yazan: Eduardo Galeano
Resimleyen: Isidro Ferrer
Çevirmen: Altuğ Akın
Sayfa Sayısı: 59
Yayınevi: Delidolu Yayınları