Michelangelo’nun, bugün Roma’daki San Pietro Vincoli bazilikasında Papa II. Julius’un anıt mezarını süsleyen ünlü Musa heykelini bitirdiğinde yarattığı esere dönüp “Konuşsana!” dediği rivayet edilir.
Ünlü heykeltıraşın, kendi eserinin mükemmeliyeti karşısında duyduğu bu gurur; sanatçının, sanatsal yaratım açısından tanrısal yaratıya duyduğu öykünme olarak adlandırılabilir. Bu türden bir öykünmenin vardığı trajik boyutu ise, Mary Shelley ünlü gotik romanı Frankenstein’da1 (1818), bilim kurgu türünün sınırlarını zorlayarak anlatır. Annesi onu dünyaya getirirken ölen Mary Shelley, Frankenstein’ı, çocukluğundan itibaren duyduğu vicdan azabını hafifletmek için kaleme alır. Shelley’nin, bugün feminist hareketin önde gelen isimlerinden biri kabul edilen annesi Mary Woollstonecraft, feminist teorinin kült kitaplarından biri olan Kadın Haklarının Savunulması (A Vindication of the Rights of Woman)2 adlı kitabın yazarıdır.
Altı çocuklu yoksul bir ailenin kızı olan Woollstonecraft, evde eğitim alır ve kendi kendine birçok yabancı dil öğrenir. Bu başarısı sayesinde, henüz otuzlarındayken yazmaya başlayan Woollstonecraft, Fransız Devrimi’nin etkisindeki Avrupa’da, 1792’de yazdığı manifesto niteliğindeki kitabıyla muazzam bir üne kavuşur ve siyaset bilimci William Godwin’le evlenir. Annesiz geçen çocukluğunda, babasının siyasi ve entelektüel çevresinde düzenlenen felsefe ve edebiyat toplantılarıyla vakit geçiren Mary Shelley, dönemin ünlü İngiliz Romantiklerinden şair Percy Shelley’e aşık olur. Shelley’nin evli olması nedeniyle İsviçre’ye kaçan aşıklar birkaç yıl sonra Shelley’nin karısının ölümü üzerine Londra’ya geri dönerler. Kocasıyla İtalya’ya yerleşen Mary Shelley’nin, kocasının yakın arkadaşlarından biri olan, İngiliz edebiyatının bir başka asi romantiği Lord Byron’la da yakın bir dostluğu vardır. Shelley’nin, Frankenstein’ı 1816 yazında henüz İsviçre’deyken gördüğü bir kâbus sonucu yazmaya karar verdiği söylenir.
Bunun ötesinde ise, Mary’nin, babasının karşı çıkmasına rağmen, Percy Shelley ile evlenmeden birliktelik yaşadığı İsviçre günlerinde, Como Gölü kıyısındaki bir şatoda kaldığı ve Shelley’le kendisine Lord Byron ile sevgilisinin eşlik ettiği de bilinir. Bu lanetli sürgün ve yalnızlık günlerinde yaratıcılıklarının doruklarına varmak isteyen Shelley çifti ile Byron, en iyi korku öyküsü anlatma oyunu oynarlar. İşte bu oyunun sonundaki bir gecenin korkulu şafağında, 17 yaşındaki Mary, Byron ve Percy’nin şiirlerini gölgede bırakacak romanını yazar. İnsanlığın yaratabileceği en korkunç canavarı; ucube Frankenstein ve onun hüzünlü öyküsünü yaratır.
Frankenstein, bir nevi Mary Shelley’nin doğumda ölen annesine olan ağıtıdır. Annesinin, evlenmeden önceki yaşamından, babasıyla evlenmesine ve kendi doğumu sırasındaki ölümüne kadar olan yaşamını, gerçeklik sınırlarının ötesinde, otobiyografik, yaşanmamış ve kırık bir anne kız ilişkisi olarak anlatır. Bu bakımdan roman, ölümün ayırdığı Mary Shelley ile annesi arasında süregelen kadınlık mirasının; feminist psikanalitik bir kurgusal ve edebi miras aktarımıdır. 19. yüzyılın, erkek hegemonyası kokan dünyasında, yoksul ve okula gidemeyen bir kadın olan annesinin, kendini yetiştirerek kaderine karşı koyması ve yüzyıllara tekabül edecek ilk kadın hakları bildirgesini kaleme alması; Mary Shelley’i, kaybın hüzün diyarından edebiyatın dönüştürücü alanına geçirir.
Object Petit A
Elizabeth Hicks, Psikanalitik Eleştiri3 ve Frankenstein adlı denemesinde, romanda Frankenstein’ı yaratan doktor Frankenstein’ın yarattığı canavar tarafından evlendiği gece öldürülen nişanlısı Elizabeth’in, Mary Shelley’nin ölmüş annesi Mary Woollstonecraft’la psikanalitik bağlamda yer değiştirmiş bir karakter olduğunu belirtir. Jacques Lacan’ın, Sigmund Freud’dan yola çıkarak geliştirdiği ayna evresi kuramına göre çocuk, büyüme çağında aynada kendini annesi ve diğer insanlarla aynı görür. Bu Oedipal süreçte kız çocuğu, annesiyle özdeşim kurmak zorundadır. Lacan, “çocuğun varlığının birliği” için gerekli olan bu özdeşim sürecinin nesnesini, object petit a (ulaşılmaz arzu nesnesi) olarak tanımlar. Mary Shelley’nin durumunda olduğu gibi, bu süreçteki object petit a zaten kayıp ya da ölmüşse, yerine fantastik ve imgelemsel bir karakter geçer. Shelley’nin ölmüş annesinin romandaki object petit a’sı ise, canavardır.
İnsani özellikleri olmayan bastırılmış canavarın kendine bir eş istediğinde bulamaması ve yaratıcısının eşini öldürmesi, bu kaybın intikam, cinayet ve kötücül lanetle geri dönüşünü simgeler. Zira, romanın başındaki yaratımı ucubeyle doktor Frankenstein adeta kendi kötü ikizini yaratır. Bir süre sonra yaratıcısı tarafından terk edildiğini anlayan yaratık, doktordan istediği kadın eşin kendi kötülüğü yüzünden yaratılmayacağını öğrendiğinde şiddetini Elizabeth’i öldürerek açığa çıkarır. Bu bağlamda canavar, uygarlığın ve cinsiyetli erkek egemen toplumun tüm kötülüğü ve laneti kadınla özdeşleştirdiğini simgesel cinayetiyle gösterir. Bu bakımdan, doktor Frankenstein, kendi adını taşıyan canavarda; kendi kötülüğünü ve toplumsal cinsiyetli sosyal yapının kadını ötekileştiren cisimleşmiş yanını yaratır.
Cinsiyetli Kadınlık ve Annelik
Yaratığın intikamı, erkek uygarlığın dişileştirdiği kadından aldığı sembolik bir kıyıma dönüşür. Mary Shelley ise, bir bakıma annesiyle özdeşleştirdiği Elizabeth’in ölümüyle, romanda babasıyla özdeşleştirdiği doktor Frankenstein ve yaratığı aracılığıyla, doğumda ölen annesinin ölümü karşısında hiçbir şey yapamayan babasından intikamını alır. Sylvia Hadjetian4, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı ve Feminizm adlı kitabında on dokuzuncu yüzyıl İngiliz toplumunda kadınlara düşen annelik rolünün çocuklar için önemini açıklar.
Kamusal alan ve ev içi alan ayrımının keskinleştiği bu yüzyılda kadınların, toplumsal hayata hem dışarıda çalışarak hem de ev içinde, endüstrileşmenin kötücül etkilerinin uzağında kalarak dahil olduğunu belirtir. Bu bağlamda, Mary Shelley’nin kendini ev içinde yetiştirerek erkeklerin dünyasına ait olduğu varsayılan ayzın dünyasına parlak bir başarıyla katılması çift taraflı bir başarıdır. Ancak, Mary Woollstonecraft gibi feminist hareketin öncüsü bir kadının, bilimselliğin erkeklerle ve onların başarılarıyla eşleştirildiği bir yüzyılda, kadın sağlığı ve doğum tekniklerinin yetersizliğinden dolayı doğum sırasında ölümü ironik bir başarısızlığa da işaret eder.
Yazar, Sandra Gilbert ile Susan Gubar’ın,5 on dokuzuncu yüzyıl romancıları ve eserleri üstüne hazırladıkları kapsamlı çalışmaları Çatıdaki Deli Kadın’da belirttikleri gibi, “evdeki melek” ile “dışarıdaki şeytan” rolüne hapsedilen kadınlara yapılan çift katmanlı haksızlığı; sanatsal yaratımı ve ölen annesine olan ağıdı Frankenstein’la ortaya koyar.
Mary Shelley, erkek kibrine olan tepkisiyle annesinin mirası olan feminist insan hakları bildirgesiyle romanı aracılığıyla bir devirsel bağ kurar. Doktor Frankenstein’ın Elizabeth’in ölümüyle trajik bir biçimde kırılan tanrısal kibri, edebi yaratıcılıkla anneden kıza geçer böylece.
Zira Mary Shelley, on dokuzuncu yüzyılda, doğumsal yaratımla annelik rolünü üstlenen kadın olmaksızın bir çocuk büyütmenin zorluğunu erkek yaratıcılığını kırarak gösterir. Böylelikle, on dokuzuncu yüzyılın baba yazarından, cinsiyetli kadınlık mirasıyla güç bela devralınması gerekilen kalemi; kendi yazar babası ve yazar annesi arasındaki öyküyü, o yüzyıldan bugünlere kalan ilk gotik romanı –Frankenstein’ı– yaratmayı başararak alır.
Kaynakça: ¹ Shelley, Mary, (2003), Frankenstein, Penguin: UK.
² Wollstonecraft, Mary, (1993), A Vindication of the Rights of Woman, Penguin: UK.
³ Hicks, Elizabeth, Psychoanalytic Criticism and Frankenstein, 8 Şubat 20011 tarihinde http://www.associatedcontent.com/article/80992/psychoanalytic_criticism_and_frankenstein.html?cat=9’dan alındı.
4 Hadjetian, Sylvia, (2008), Mary Shelley’s Frankenstein and Feminism, Grin Verlag: Germany.
5 Gilbert,Sandra.&Gubar, Susan, (1985), The Madwoman in the Attic: The Woman Writer and the Nineteenth-Century Literary Imagination, Norton: UK.
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/Haziran 2011 6. sayıda yayımlanmıştır.