2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Gamze Arslan, 1986’da Ankara’da doğdu. 2007’de Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, 2012’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı’ndan mezun oldu. Yazıları Felsefe Yazın, Bibliotech, Sahne, Partisyon dergilerinde yayımlandı. İstanbul’da yaşayan Arslan, dramaturgluk ve senaryo yazarlığı yapıyor.
Furkan Pişgin: Çerçialan yayımlanalı tam bir sene oldu. Bu bir sene içerisinde üç baskı yaptı. Bir öykü kitabının bir sene içerisinde üç baskı yapması dikkat çeken bir durum. Peki bu bir sene içerisinde neler değişti. Gerek yazı uğraşı olsun gerek gündelik hayatında olsun. Ya da bir şeyler değişti mi?
Gamze Arslan: Bir sene içinde yazma uğraşı olarak yeni bir aşamaya geçtiğimi söyleyebilirim. Tabii aynı zamanda ister istemez bir duraklama da oluyor. Ödülün getirdiği bir durum bu. Hem yazma ihtiyacı hem de yazdıklarının üzerinde daha çok düşünmeni sağlayan bir durum. Gerek kurgu, gerekse dil kullanımında daha dikkatli çalışmaya başlıyorsun. Bu durumda tabii hemen bir şeyler üretme kaygısına da girmemeye çalışıyorum. Biraz daha demlenmesini bekliyorum çalışmalarımın. En nihayetinde bir sene içerisinde yazma adına adımlarımı daha tedbirli atmayı öğrendim diyebilirim. Bu bir sene içerisinde hem olumlu hem de olumsuz anlamda pek çok geri dönüş/eleştiriler de aldım. Bunlar da benim açımdan sevindirici oldu.
F.P: Günümüz genç öykücülerin öykülerine baktığımızda daha çok bireyin yalnızlığı temasına ve şehir hayatında geçen öykülere çok fazla rastlıyoruz. Fakat Çerçialan’daki öyküler biraz daha farklı temalarda ilerliyor bu noktada. Yalnız Kent değil, kır öyküleri de var. Ayrıca insanın hayvanla ilişkisi ve insanın nesne olan ilişkisini irdeleyen öyküler bunlar. Tabii bu ilişki biçimleri olumlu anlamda değil her seferinde. Sonuçta cinayetle sonuçlanan bir ilişki de mevcut. Bir de öykülerdeki kadın anlatıcıların üzerinden ilerleyen ve kadın, kadınlık tartışmasının da içinde olduğu öyküler bunlar. Bu noktada diyebilirim ki; farklı bir dil ve farklı kurgularla ilerleyen öykülerle karşılaştık Çerçialan’ı okurken.
Bu öyküler nasıl ortaya çıktı peki, ya da bu öyküler belirli bir altyapı neticesinde mi oluştu?
G.A: Öncelikle, kırı yazmanın orada bir süre de olsa bulunmakla alakalı olduğunu düşünüyorum. Hayatımın bir bölümünde de olsa köyde yaşamamın, oradaki hayata tanık olmamın, bir sürü gütmemin, hayvanlarla temas edip kır insanının hikâyelerini dinlememin çok etkisi var yazma pratiğimde. Elbette şehirde büyüdüm ama kırsala gelip gidişlerim hiç bitmedi. Bu noktada da doğa önemli bir konu oldu benim için. Doğa ve kadın konusu zihnimde sıkı bir yer edinince, bunun sonuçları da öykülere yansıdı. Mesela, doğanın insan bedenindeki, özellikle de kadın bedenindeki güdülere nasıl şekil verdiğini düşündüm. Ayrıca bu kitapta şöyle bir meseleden de yola çıktım: İnsanların doğa üzerindeki tahakkümü, canlı cansız nesneler de dahil buna, bunca tahakkümün sonucu ne olur ya da ne olacak!
F.P: Kitaptaki “Kasapta Kesik Parmak” öyküsü biraz da bu tahakkümün yansıması diyebiliriz o halde. Bir parmağın, yüzük parmağının ağzından anlatılan bir öykü. Bu öyküde ilk dikkat çeken de, insanın parmağa kadar her bir nesneye kurduğu tahakkümün özeti aslında.
G.A: Evet, diğer bir açıdan bir yüzleşme meselesi de diyebiliriz.
F.P: Aslında hepimizin bildiği, fakat yine bir noktada hepimizin konuşmaya çekindiği meselelerden biri daha var öyküde. “Allah’la Ciddi Düşünüyoruz” öyküsünde, babasının pantolonunu giyip onunla bir bütünleşme uğraşına giren bir karakter var. Bir cinsel kimlik meselesi de devreye giriyor burada. Ayrıca video kasetteki bir kadınla da bir ilişki kurma çabasında olan bir karakter bu. Öte yandan “Tüzen Söz” öyküsünde de alışılagelmiş bir aile içi ilişki bütün çıplaklığıyla anlatılmış. Anne ile olan ilişkisi bir hesaplaşmaya varan kadın karakteri görüyoruz öyküde. En nihayetinde, cinayetle sonuçlanan bir hesaplaşma bu ama her iki öyküde de büyük bir yalnızlık var.
Bu anlatımdan da bahseder misin?
G.A: Söylenmeyen alanları bulmaya çalışıyorum sanırım. Ama burada, “Şu meseleyi nasıl anlatabilirim acaba?” gibi bir düşünce içerisine girmiyorum. Bu anlatım bende bu şekilde tezahür ediyor ve zihnime yerleşiyor. Ayrıca yaptığım okumalarla da bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Mesela Cortázar veya Marquez etkisinden de söz edebilirim. Tabii, sırf yaptığım okumalardan yola çıkarak oluşmuyor bunlar. İroni ile öfkeli bir dil iç içe geçiyor anlatımda, onu fark ettim. “Tüzen Söz” de kendi dilini oluşturan bir öykü oldu. O öyküdeki ikili ilişki de bir öfkenin, gizlenmiş bir öfkenin çevresinde oluşuyor diyebilirim. Yalnızlığı tanıklıklarla kurmaya çalışıyorum aslında. “Allah’la Ciddi Düşünüyoruz” öyküsünde de bir yalnızlık var ve bu yalnızlığın çerçevesinde o karakterin arayışı devreye giriyor. Babasını arayışı. Bir de cansız bir nesneyle de ilişkisi var. Bir video kasetin içindeki kurguya, bir kadın kurgusuna âşık oluyor. İki öyküde de yalnızlığın sonuçları farklı oluyor bu durumda. Bir öyküde arayışa sürükleniyor karakter, diğerinde ise bir cinayet üzerinden zihninde kayıp olan şeyi buluyor.
Kitaptaki bir diğer öykü “Küf Korkusu Olmalı İnsanda”da farelerin tanıklığı var mesela. Bir tecavüze tanık oluyorlar ve o tanıklık aracılığıyla anlatıcı kadınla bağ kuruyorlar. Yalnız ve çıkışsız bir kadının farelerle bağ kuruşuna karşılıklı bir sığınma ve hesaplaşma meselesi diyebiliriz.
F.P: Dudu ve Nimet öyküsünü de unutmamak gerek bu noktada. Bir başka hesaplaşma da o öyküde var.
G.A: Evet, kesinlikle. “Dudu ve Nimet”de de bir hesaplaşma var, ayrıca bir tahakküm meselesi de söz konusu. Aslında şöyle düşünüyorum. Bizim dışımızdaki her şey, beden uzuvlarımız da dahil, dile gelirse ne söylerler? Bence çok öfkeli olurlar. Sonuçta ortada her geçen gün derecesini artırarak kurduğumuz bir iktidar var. Hem dilde, hem de her yere sirayet etmiş biçimde. Bu iktidar çeşitli isteme biçimlerine götürüyor bizi. Olumlu ve iyi niyetli diye adlandırdığımız her şey aslında o kadar da masum değil. Seviyoruz, istiyoruz ve sahip olmak adına şiddeti her defasında daha da çoğaltıyoruz.
F.P: “Kasapta Kesik Parmak” öyküsünde de bu dile gelmenin bir başkaldırı olduğunu görüyoruz nitekim.
G.A: Evet kesinlikle. Öyküdeki yüzük parmağının aksine ayak serçe parmağı başkaldıramıyor mesela. Diğer parmağa göre farklı bir durumda, kapalı bir alanda o. Biraz daha farklı ilerliyor onun düşüncesi. Daha sessiz, hatta hiç konuşmuyor. Ait olduğu bedene duyduğu hıncı nasırlaşarak, o nasırı kanatıp can acıtarak çıkarıyor. Yüzük parmağı daha öfkeli ve sesi gür çıkıyor. Kızıyor mesela ait olduğu bedene, “Bir iki kitap açıp okusana be adam” diyor. Parmaklar var oldukları kişiyi seçemiyorlar en nihayetinde. Dediğim dilsel iktidarı da burada görebiliyoruz. Parmaklara göstergeleri biz yüklüyoruz. Baş parmak, işaret parmağı, orta parmak hepsi tarihsel olarak bir sembol haline gelebiliyor. Ama bizim varlığımız dışında bir varlık alanları olduğunu düşündüklerinde bir hesaplaşma başlamış oluyor onlar için.
F.P: Bir başka öykü, “Kırk Bin Geyikli Derviş” öyküsünü ayrıca konuşmak istiyorum. Gerek dil olarak gerekse konu olarak çok farklı bir öykü. Alevi mitleriyle beslenen, o dil ile ilerleyen ama bir yandan da sırtını birçok mite dayayan, antik yunan tragedyalarından da beslenen bir öykü ile karşılaşıyoruz. Bu öyküden bahseder misin?
G.A: Evet, Antik Yunan etkisinden söz edebiliriz. Paulo Coelho’nun “Beşinci Dağ” etkisi de yok diyemem. Çıkış noktam da biraz mitlere dayalı aslında. Öyküde şöyle bir durum var: Bir mit bozulsa ne olur? Buna yaratılış mitleri de dahil. Yani bir noktada tık! diye çatlasa o mit, ne olur bunun sonucu? Thebai’ye gelen Oedipus’un ardından Antigone’ye sıçrayan o lanetlenme fikri tekrar nasıl okunabilir? “Kırk Bin Geyikli Derviş”te de buna yakın bir durum var aslında, babadan oğula geçen mucize durumu bir kuşak atlarsa ne olur sorusunu sormak istedim.
F.P: Ya da Oedipus kendisine sorulan bilmeceyi bilmeseydi, o tragedya nasıl ilerlerdi? Mesele burada başlıyor o halde: gayet olması gereken bir biçimde ilerleyen bir gidişat var. Peki bu gidişatta bir çatlama olsa nasıl şekillenir bütün her şey?
G.A: Kesinlikle. Gerçek diye adlandırdığımız bütünlükte olağan saydığımız şeyin çatlaması ve bu çatlaktan, gerçekten de pay alarak elbette, bir şeylerin sızması. O sızan şeyleri yazmaya çalışmak bir anlamda gerçekliğe de eleştirel yaklaşmak demek. “Kırk Bin Geyikli Derviş” öyküsü de gerek konu, gerek de dil itibarıyla bu mitlerin bozulmasından yola çıkıyor.