Gelenek kendisini kendisiyle tekrar eder. Her seferinde daha olgun bir merhaleye kavuşan gelenek, yaşanılan çağın içinde ehemmiyetini bulur ve toplumsal reflekslerde büyük bir misyon üstlenir. Çoğu zaman farkında değilizdir bunun. Günlük hayat içerisinde, neredeyse tüm insani reflekslerimiz bu geleneğin mümbit kaynağından beslenir.
Varoluşumuzun derinliğine gizlenmiş her hareketin kökeni, insanlığın ilk çağlarına dek dayanır ki; hitabet ve ifade yetilerimiz bunun en güzel örnekleridir. Soyut düşüncenin insan idrakinde ettiği yer ile birlikte ifade biçimleri çeşitlilik kazanmış; sesler, renkler ve mimikler insana münhasır çok çeşitli bir mana yelpazesi olarak kültür ve medeniyetin temelini oluşturmuştur.
Daimi bir gelişme dürtüsü ile varlığının temelini dünya üzerinde her geçen gün daha da sağlamlaştıran insanlık, bugün teknik birikimine yön vermekten ziyade, maalesef onun tahakkümü altında. Görselliğe, naif dokunuşlar değil megapikseller, plastiğe demirden çarklar yahut betonarme kütleler, sese sinyal dalgaları nevinden kesik ve cılız nameler hükmetmekte. Artık, çağın süratli bir gelişime açık olan elleri ruhlarımızdaki ince ve nadide insanlık ve mana cevherini günden güne katletmekte. Semboller milyon dolarlık markaların kapital ezoterizminin “transandantal!” (aşkın) bilgisini, benliklerimizin doyumsuz yalnızlığına fısıldarken, devasa caddeler, hissiyatların toprağından filizlenen “egzoterik” hevesler ile ışıldamakta ve rengi solgun bir sarıyı geçemeyen parıltısıyla, tarih boyunca parlayan mana güneşinin aslında ne denli kıymetsiz olduğunu bizlere öğretmekte.
Artık medeniyetin kökü olan primitif maharetlerin pek de saygı duyulacak şeyler olmadığını, tekniğin demirden ve dijital medeniyetini bizlere ispatlamakta. Ama ne yazık ki gelenekten kopuşun yarattığı vicdani çözülmeyi hiç kimse hesaba katmamakta. Hususiyetle, çağın bakışıyla sanatı göz önünde bulundurduğumuzda, batı yahut doğu temayüllü her sanat ürününün dile gelmez bir yavanlık içerdiğini görürüz. Artık plastik veya fonetik olsun her sanat ürünü bir yoruculuk, bir sürat ve bir başıboşluk ile beraber, tabiri caizse manasız bir kaç soluğun çağın havasında yarattığı cılız titreşimlerden oluşmakta. Uluslar topluma ehemmiyet vermekte lâkin toplumun hayat damarını oluşturan sanattan bîhaber kalmakta.
Ama yine de güzel şeyler olmuyor da değil, keza Roman Kahramanlarının bu yıl üçüncüsünü düzenlediği takdire şayan “Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali”, uluslararası sempozyumlar, bienaller sadece belli bir kesime hitap etse de ümitvar olacağımız bir kaç teselliden biri.
Geleneğin toplum ve toplumun geleceği için ehemmiyetinden bahsetmek gerekirse; hem dönemsel hem de yaşam tarzı açısından iki ayrı uçlarda olsalar dahi Kalenderi dervişleri ve beat kuşağını topluma aykırılık ve yolda olmakta mutabık kılan şey, geleneğin içten içe mistik bir vecdi ve arayışı yaşamsal bir gereksinim olarak tayinidir. Yine paleotik çağın mağara duvarlarındaki hiyeroglifler ile Bursa yeşil camiinin mihrabında bulunan “amele-i üstazanı tebrizi” (tebrizli ustalar tarafından yapıldı) ibaresi geleneğin kendi akışı içerisindeki bütünsel ifadesinden başka bir şey değildir.
Kâinattaki her şeyin bir zıttının olması mühim bir kaidedir, ama daha mühim bir kaide ise gelenekteki her şeyin kendi tezatı ile bütünlük oluşturmasıdır. Bu, geleneğin daimi akışını ve kesintisiz tesirini var eden şeydir. Bugün “apartman” mimarisi diye nitelendirebileceğimiz yapı planının roma medeniyetinden süre gelen ve alternatifi olsa dahi çokça tercih edilen bir plan olması bize hem tarih hem de toplum psikolojisi açısından birçok şey söylemektedir. Keza inanç mimarisindeki kubbe detayı yine üzerine düşünüldüğünde, kendi ekseninden dinler tarihi geleneğine açılan bir yol izlemektedir.
Gelenek, insanlık ile iç içe bir minvalde bizlere manasını bahşetse dahi, çağın hengâmesi ve popüler kültürün ışıltısı arasında yitip giden bir vaveyla olmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki. Oysa aydınlık, kadim bir yol üzerinden akarak, zihnimizin derinliklerinde gezinen karanlığa karşı bizi ezelimize (özümüze) çağırmaktadır. Bu çağrıya kulak vermek, sanattan, iletişimden ve insana ait olan her hissiyattan, ezelin aydınlığını ebede taşıma hünerini göstermek ve idrak etmektir.