İsmail, karısını bebeğinin doğumunda kaybetmiş bir ırgat. Hikâyesini yana yakıla anlatamayan, feryat edemeyen, kaybının acısını korkusunun arkasına saklayan bir çaresiz. Yaşar Kemal’in öykülerinde hep karşımıza çıkan gerçek acılarla bezenmiş, Çukurova’nın kuvvetli sıcağında kavrulan bir genç adam. Anadolu’nun yoksulluğu, doğanın meşakkatiyle yoğrulmuş insanlarla yaşıyor bir köyde.
Öykünün hemen başında karşılaşıyoruz İsmail’le, perişan halde yürüyor. Hal-i pürmelalini diliyle anlatacak takati yok, yalpalaya yalpaya gidiyor sıcak derisini eritirken. Başparmağı ayakkabısından çıkmış, beline dek toza bulanmış yürüyor. Yalnızca yürüyüşündeki kederi hakkıyla acı verici iken, bir de kuşağına sardığı bebeği var. Yüzü toz toprak, yüzü kıpkırmızı. Annesinin ölümüyle babasının kucağında tanıdığı ilk şey fukaralık. İsmail’in coğrafyanın sertliğine, yoksulluktan merhametsizleşen insanlarına rağmen yaşatmak için canını dişine taktığı gözleri yumulu bir bebek, İsmail’in isimsiz öksüzü. Açlıktan, bakımsızlıktan, kirden ve sıcaktan bitap düşmüş, tek yaşam belirtisi incecik vızıltıdan ibaret bir bebek, gitti gidecek.
İsmail kendi başına olsa belki uzaklaşıp yitip gidecek kendi halkından, karısının ölümünü üzerine yıkanların türlü insafsızlıklarından, belki taşralı yüklerini o topraklara bırakıp şehre göçecek, belki “el âlem ne der?” derdinden uzağa, kimsenin kendi hikâyesini bilmediği yerlere gidecek. Bir başına değil İsmail. Öyküyü okurken göğsümüzü sıkıştıran gerçeklik belki de tam bu; çekip gidemeyiş. Bırakıp gidemez İsmail, bebeği var. Bebeğin annesinin, Zala’sının hatırı var. Taşranın koyu sıcağı ile yürekleri de toza dumana batmış insanlarına mahkûm. Karısının ölümünü kendinden bilenlere, ölümün acısını daha taptaze sırtında taşırken, kendinden hesap soranlara mahkûm. Bunca dert arasında sessiz İsmail.
Karısını, Zalasını seven bir adam İsmail. Sevmeyi yaratılışından, kendi bedenin bir parçası gibi biliyor, yalnız onu nasıl söyleyeceğini, kelimelerle nasıl anlatacağını bilmiyor. Belki de duyguları dilsiz bir toplumda, sevdiğini söyleyebileceğinden haberi bile yok. İçine doğduğu sefaletin insanlarından, onların tutumlarından başka türlüsünü hiç öğrenemiyor. İpince boyunlu bebeği gibi, güçsüz, başını eğiyor İsmail. Çoğu kez susuyor. Yine de yaşamın kendine sunduğu zorlu şartlara rağmen bildiği yolda hep mücadele ediyor. Tek bildiğiyle, bedeninin tüm gücüyle, bazen yürüdükçe yürüyerek, bazen yalvararak, bazen tüm gücünü uğrunda harcayarak bebeğini yaşatmaya çalışıyor. Öykü bir bebeğin yaşayamaması üzerinden, yaşar gibi görünenlerin de aslında yaşayamadığını anlatıyor bir yönüyle.
İsmail’i öykü boyunca konuşurken gördüğümüz nadir anlardan birinde yüreğinin içini gösteren bir şeyler söylüyor:
“Kurban olduğum teyze, ben Zalaya kötülük eder miyim? Evimin orta direğiydi. Evimin orta direği… Gel benden sor. Yanıyor yüreğim. Yanıyor içerim köz gibi. Beni iflah etmez Zalanın derdi. Zaladan sonra ben neye yararım ki? Zala gibisi karış karış gezsem şu dünyayı bulunur mu? Bulabilir miyim? Gel içerimden sor.”
Yaşar Kemal öykülerinde sıkça rastladığımız üzere, bu öykünün direnişçisi, yükselen sesi bir kadın yine. Hem de daha öykünün başında öldüğünü öğrendiğimiz Zala. Bebeğine onurlu ve bir parça daha adil bir yaşam sunabilmek uğruna yaşamını kaybediyor. İlk kez kendi toprağını işliyor olmanın sevinciyle, işini ve toprağını bırakıp da hastaneye gidemediği için ölüyor Zala. Yatağa düşüp hastalıkla savaşırken bile “Bin yılın bir başı mal sahibi olduk, onu da benim yüzümden yerlerde çürütme, ben kendime bakarım” diyor.
Bebeğin zavallılığına mı, Zala’nın yoksulluğun ve cahil bırakılmışlığın pençesinde can teslim edişine mi, geride kalan biçare İsmail’in meczup haline mi üzülsün, bilemiyor okur. Çaresizlik öylesine yoğun ki, söyleyecek söz bulunamadığında bir şarkının nakaratı gibi üst üste yeniden söyleniyor bazı serzenişler. Bebeğe çalınan ninniler gibi, büyüklere çalınıyor tekrarlı, nakaratlı vah edişler. İsmail belki tam bu yüzden dayanamıyor ninnilere, bebeğin ağlayan sesine ve sürekli başa dönen sefalet melodisine.
Ayaklarına kapandığı her muhtemel sütanne, kimi mahcubiyetle, kimi katı bir merhametsizlikle kimi acır bakışlarla öteliyor bebeği. Her biri başka bir mesajı anlatıyor halleri ile. Kendi bebeğine süt yetmez endişesi ile İsmail’in öksüzünü sütsüz, bakımsız bırakan Topal Emine, hoyrat tavırlarının arkasına saklanmış bağırıyor: “Ya bu bebeğim de ölürse, el ne der? “Evvelce on altı yavrusunu toprağa vermiş bir kadın, İsmail’in bebeğine böyle merhametsiz nasıl olabilir? Belki kendini temize çekecek bu kez yaşatabildiği yavrusuyla, belki ölen yavrularının acısını dindirecekti yenisinin sağlığıyla. Ne de olsa el âlem denen zalim tanrının sopası Topal Emine’nin de başında.
Kime gitse, neler feda etse olmuyor, bebeği ile bir başına düşüyor İsmail. Öykünün başında toz toprak içinde nasılsa, öykünün sonunda yine aynı çamura bulanmış ayaklarıyla, kolunda boynu daha da incelmiş bebeğiyle yürüyor. Havada asılı duran çaresizlik git gide büyüyor.