“Her Şey” mi, Düzene Karşı İhanet mi?
Bir Ingeborg Bachmann İncelemesi
Daha küçüktüm…
anlamını bile bilmediğim ismimin
bir nüfus memurunun
iyi duymayan kulaklarına
kurban gidişine aldırmadım
…
Gurbet habersizce çıktı karşıma
babamın sert bakışlarıyla
ergenliğimin hayallerini
şehirler arası otobüslerin
camlarının buğusuna kurban ettim
…
Lou Andrea Salome
Yer Viyana Avusturya. Üç kişilik bir aile Anne, baba ve ömrü kısa bir yeni doğan. Suskunluk, sessizlik köpük-köpük havada. Uçsuz bucaksız evrenin oluşmaya başladığı, dünya yüzüne ilk insanın tohumunun düştüğü andan sonraki sessizlik bir şeyler demek istiyor. Bu sessizlik yeni bir söylem ve insanlık umudunu taşımakta, biraz haddini aşan bir tavırla.
Bu ortam tasviri Avusturya’lı şair, yazar ve filozof Ingeborg Bachman’ın öykülerini topladığı Otuzuncu Yaş kitabındaki “Her Şey” adlı öyküye ait. Bachmann, çocukluğunda iç dünyasına yerleşen -öykü karakterlerinin omurgasını da oluşturacak- bilinç yarılması duygusunu şöyle dile getirir bir söyleşide:
Bütün çocukluğumu yıkmış olan çok belli bir an var. Hitler’in birlikleriyle birlikte Klagenfurt’a girişi. O denli korkunç bir olaydı ki bu, anılarım o günle birlikte başladı. Belki daha sonra asla yaşamadığım ve çok şiddetle gelmiş bir acıyla…
Fipps, Baba Figürü, Dilsizlik ve Bir Ölüm
Bir çocuk olarak incelemek istediğim Fipps karakteriydi. Ancak öykünün derinine indikçe Fipps’in babasının -kurguyu mutlak biçimde örenin o olduğunu- ve “ben anlatıcı” olarak ayrı ayrı irdelenmesi gerekliliği belirdi. Güneşle ay, katille maktûl gibi iki karakter. Biri açıklanmadan diğeri anlaşılmıyor.

Hanna, Fipps’in annesi. Onunla iletişim kuran, dünya düzenini aşılayan, bir çocuk yetiştirirken yapılması gereken bütün klişeleri sevgiyle eyleme geçiren bir kadın. Baba, annenin kişiliğinden çok bir bebek beklediği için evlenir kendisiyle. Bu da kendi içinde bir vurgun değil midir? Ailenin örtük, dile gelmeyen sıkıntısının başlangıç noktasıdır. Öyküde baba isimsizdir ve Bachmann’ın birçok öyküsü ve kült tek romanı Malina’da da bir “ben anlatıcı” vardır.
Ingeborg Bachmann roman ve öykülerinde göze çarpan Ortak noktalardan biri de; “öldürücü bir baba”, yukarıdaki söyleşideki alıntıdan anlaşıldığı gibi “katil devlet” tarafından duyguları iğdiş edilmiş, ütopyaları olan, yeni bir dil ve düzen yaratmak pahasına karanlıklarla hemhal olan ve günlük işleri yapmakta zorlanan karakterlerin varlığıdır.
Fipps’in babası da oğluna yeni bir dil vermek için konuşmamayı bilinçli olarak tercih eder. Anne ne kadar konuşursa, baba o kadar susar. Günlük konuşma dilini, karmaşık terimleri oğluna vermekle onun beynini yıkayacağını, özgür bir bireyden esir bir kişiliğe dönüştüreceği endişesiyle onun üzerinde suskunluğuyla mutlak bir hakimiyet kurar. Yani tam da karşısında durduğu sisteme ona olan ihanetiyle hizmet eder.
Nesnelerin adlarını ilkin benden işitecekti: masa, yatak, burun, ayak. Ayrıca akıl, Tanrı ve ruh sözcüklerini, bana kalırsa işe yaramaz sözcüklerdi hepsi; ama bunları kendisinden gizlemek olanaksızdı. Sonra da rezonans, diyapozitif ve astronotik gibi çetrefil sözcükler geliyordu. Çocuğumun her şeyin anlamını bilmesine ve bir kapı mandalının, bir bisikletin, bir gargaranın, bir formun ne işe yaradığını öğretmeye çalışacaktım. Kafamın içinde bir anafor gibi dönüp duruyordu bütün bunlar.
Bu vurucu cümleler, babanın tam da sıfır noktasından başlama düşü taşıdığının delilidir. Heidegger’in de değindiği gibi insanın dünyaya fırlatıldığı düşüncesi ve bir dil evrenine düştüğü fikri bu noktada ortaya çıkıyor.
Ona dünyayı çırılçıplak ve anlamsız bırakmam gerekmez miydi? Ona amaç ve hedefleri tanıtmamalı, iyi’nin ve kötü’nün, gerçekle gerçek gibi görünen’in ne olduğunu göstermemeliydim…
İnsan dil karşısında edilgen kalır. Yaşam oyununun bir bölümü de bu edilgenliğe dahil olur. Bedenlendiğiniz coğrafya, o coğrafyanın dili, içine doğduğunuz aile dili -ki en kritik noktadır- bireyin yaşamında birçok parametrenin belirleyicisidir. Bu aşamada baba; oğluyla iletişime girmeyip, olağan çocuk davranışlarını bir kötücüllüğün delili sayar. Öncül olarak baskıcı bir aile ortamında büyümenin sızısıyla böyle zor ve çıkılmaz yolu deniyor Baba. Bütün iyi niyetiyle dünyanın paketli bilgisinden, kötü seslerden, kibirli mimiklerden, her şeyin isminden ve içeriğinden “koruyor” oğlunu. İstiyor ki başkaları gibi olmasın, nesnelerin içini kendisi doldursun.
Oysa ki semboliğin içine düşmüş insan önce o semboliği kabullenecek sonra kendi enstrümanları ile yeni bir dil yaratacaktır. Ne olmaz bir düş! Dogmaları değiştirmenin ilk kuralı onları kabul etmek olmasın sakın! Söz konusu sıfır noktasını barışçıl sevgi cümleleriyle doldurması gerekmesin insanlığın!
Öykü ilerledikçe Bachmann bize trajik bir sonun kokusunu hissettirir
Okulda, mahalledeki arkadaş çevresinde Fipps değişik davranışlar göstermeye başlar. Bu belki de yaş değişim özellikleridir, Baba yine bunu Fipps’in içinde bir ifritle ilişkilendirir. Arkadaş arasındaki bazı şiddet içerikli oyunlar herkesin içinde işlenmesi gereken bir tohumdur aslında. Babasından bir cümle ya da bir tepki bekleyen erkek çocuğunun hırçınlığı da olabilir çünkü Fipps’in dikkate değer sevgi dolu sözcükleri ve davranışları da yok değildir.
Öykünün içindeyken, diğer bir disiplin olan sinema ve 2011 yapımı Lynee Ramsay’in yönettiği Tilda Swinton’ın başrolü oynadığı Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need To Talk About Kevin) filmi geliyor akla. Yine bir anne-baba-çocuk üçgenini bildiklerimizin ötesine taşıyan ve izleyiciyi olduğu yere çivileyen filmde anneyle ve bir süre sonra “her şey normalmiş gibi yapan babayla” şiddet oyunları dışında iletişim kuramayan Kevin, bütünlüğünün ispatı olarak okulun spor salonunda bir katliam düzenler ve birçok öğrenci hayatını kaybeder. Öyküdeki kişiliklerle aynı olmasa da her iki eserde de ortak olan toplumsal kodların sorgulanması, biçilen rollere direniştir.
Filmde çocuk yazgısını katliam gerçekleştirip hapishaneye girerek, kitapta hayatını kaybederek yaşar. “Olması gerekenin” ve dogmaların baskısı filmde anneyi öyküde babayı dilsizleştirmiştir, Dilsizleşmek bir bakıma yas olgusunun açığa çıkışıdır. Ebeveynin yasında açığa çıkan bir ölüm ve bir esarettir. Her ne şekilde olursa olsun dili olmayan, varlık gösteremez.
Öyküye dönersek baba, gün geçtikçe cinsel yönden sönük, erkeksi duygularını da ketlemek ve bir sona ulaşmak istemektedir. Yaşama, dile ve diriliğe dair her şey inişe geçmiştir. Bachmann, libidonun sönüşünü öykünün trajik sonuna tam da doğru yerde vererek ürpertiyi başlatmıştır.
Bir gün okul gezisinde Fipps ayağının altındaki kayanın kayması sonucu başını başka bir kayaya çarparak can verir. Ölüm sebebini kazada çarpma sonucu oluşan beyin kanaması zannederken, doktorun beyindeki mevcut tümörden bahsetmesi babada şok etkisi yaratır. Bir ütopyanın gölgesinde bir ihmal edilmişliğin kurbanıdır Fipps.
Ölmüştür, yoktur artık. Dili olmadığı gibi kendisi de yoktur.
Yeni bir dil yaratıp başkalarına benzememesini sağlamak için çırpınan baba bu çok önemli sağlık sorununu ihmal etmiştir. Bu kaza, babanın büyük resmin detaylarında boğulup günlük rutin işleri becerememesinin yumak olmuş halidir. Tarihte insanlığı dilleriyle büyüleyen, hitabeti kuvvetli kötüler olduğuna bakılırsa babaya öncelikle hak veriyorsunuz oğlunu koruma arzusuna. Dilleriyle beyin yıkayanlar, “dilleriyle delenler” le doludur tarih. Her şey bir dil sorunudur.
Diğer yandan Hanna Fipps’in annesi bitik durumdadır ve eskisi gibi olamaz. Baba pişmandır tutumundan. Havaya kokusu yayılan hüzünle baş başa kalırlar.
Peki bize ne kalır?
Dünya edebiyatının en önemli yazarlarından Ingeborg Bachmann’ın imzası niteliği taşıyan çarpıcı gerçeklik duygusuyla baş başa kalmak. Örtük sıkıntıların nasıl bir gün ete kemiğe bürünüp bir trajediyle sonuçlanabileceğini aklımızın bir köşesine bırakmak.
Savaşlara, açlığa, kan dökücülere karşın özgünlüğümüz nerede başlar? Nasıl kavuşur ve sahipleniriz onu? Güçlü yanlarımızı sahiplenerek, dilimizi -sanatımızı, müziğimizi, bilimsel dehamızı- hangisi güçlüyse onu ön plana çıkarıp parlatarak “savaş” yapılır karanlıkla.
Genç bir beyni aydınlık ve barışçıl bir yarına taşımak bir şeylerin içini doldurarak ve onun kendi enstrümanlarını kullanmasına izin vermekle olur. Umut vardır. Umut hep vardır! Bir savaş ve ölüm ortamından Bachmann ve onun gibilerin çıkması bir umuttur.
Dilleriyle delenleri, özgün sevgi dilleriyle delenlere saygıyla…
Kaynaklar:
Otuzuncu Yaş, Ingeborg Bachmann, YKY Yayınları
Bu Tufandan Sonra, Ingeborg Bachmann, Metis Yayınla
International Journal of Languages Education and Reading
European Forum at the Hebrew University Centre for German Studies