Nerelere imza atılır bir düşünelim: Kira, iş, fesih sözleşmelerine, mektupların -kaldıysa- sonuna, evlilik defterlerine –zor kararlar-, bankaların bin bir çeşit evrakına, boş kontratlara -futbolcular için-, astronomik rakamlı kontratlara -yine futbolcular için-, bildirilere -ve işinden olabilirsin-, devletler antlaşmalara, dilekçelere -bir umut-, artık bir de e-imzalar var. Örnekler çoğaltılabilir. Bu imzaların önemi herkes için değişebilir ancak benim için ön sıralarda yer alan imzalardan biri kitabıma atılan bir imza. İmzalı ilk kitabım değerli bir edebiyatçının elinden: Feyza Hepçilingirler. Kitabın adı “Uçtu Uçtu Pelin Uçtu.” Tarih 23.01.1991. Demek ki on yaşındayım henüz. Aradan yirmi altı yıl geçmiş. Şöyle yazıyor: “Sevgili Özgür Mutlu, Sevinçle dolu bir yaşam geçirmeni ve “güzel” bir insan olmanı diliyorum.”
İmzalı kitaplar, okuma ve kitap sevgisi olan insanlar için elbette çok değerlidir. Yazılıp yayınlanan eserler yazarlarından bağımsız halde yaşamaya devam ederler. Ömrünün ne kadar süreceği, yıllar boyunca kimlerin eline geçeceği, kimlerde ne gibi etkiler uyandıracağı bilinmeyen, ıssız bir adadan denize şişe içinde atılan mesajlara benzerler. İnsan ömrünün çok ötesinde ömürleri vardır kitapların ve nereye savrulacakları, günün birinde kimin karşısına çıkacakları bilinmediğinden, içeriğinden bağımsız olarak gizemli nesnelerdir de bana kalırsa. Yazarından bağımsız hayatını devam ettiren bu nesnelerin kendi adımıza yazarı tarafından imzalanması onu bir hatıra nesnesine de dönüştürür. Yazarının elinin değdiğini, matbaa mürekkebinin yanında yazarın kendi kaleminin mürekkebinin de imlendiği, hem de kendi adımıza güzel hisler ve dileklerle okumaya daldığımız kitaplar kütüphanemizin en değerlileri haline gelir. Bu kitaplar aynı zamanda yazarla geçmişte bir gün, bir şekilde tanıştığımızın, onunla iki çift laf etmişliğimizin de kanıtıdırlar. Bu, bazen aynı yazarı ya da kitabı okuyan arkadaşlarımız yanında kendimizi şanslı hissetmemizi ve böbürlenmemizi de sağlar. Hepsi bir yana, elbette kitabın içeriğine bir katkısı yoktur, okumaktan alacağımız hazzı artırıp azaltmaz. J. D. Salinger gibi kitaplarını imzalamaktan nefret eden, imzalayan yazarlara çatan yazarlar da var. Hele ki standart imzalı kitapların internet dükkânlarından sipariş edilebildiği ve kitapların bir fetiş nesnesine dönüştürülmesinin tartışıldığı bir çağda, imza sevmeyen yazar ve okurların haklı oldukları noktalar var elbette; ancak yine de bir çocuk için atılan imzaların anlamı hem çocuk hem yazar açısından bambaşkadır sanıyorum.
Ben bir okur olarak, on yaşımda elimde kitabımla, yazarın masası önündeki kalabalık sırada bekleşen çocukluk halimi hatırlıyorum. İmza günü Manisa’daki Beyaz Fil binasında olmuştu. 1960’ta inşa edilen ve Manisa’nın sembol binalarından olan Beyaz Fil, gerçekten de fil kadar kocaman, beyaz bir binadır. Beyaz Fil binanın halk arasındaki adıdır ve adını bina içindeki Beyaz Fil kolonyacısından aldığı söylenir. İmza etkinliği yanlış hatırlamıyorsam bu binanın ikinci katındaki, birkaç sene önce kapanan tarihi Çınar sinemasının fuayesinde olmuştu. (İlk gittiğim sinema da Çınar sinemasıdır ki Excalibur’un çizgi filmini izlediğimi ve Kral Arthur’un kılıcı taştan çekip çıkardığında salonda yükselen heyecan dalgasıyla avuçlarımız patlayana kadar alkışladığımızı hatırlıyorum. Yine burada ilk izlediğim filmler arasında Yer Demir Gök Bakır ve Uçurtmayı Vurmasınlar da var, hiç unutmam.) Fuaye çocuk doluydu; biz sınıfça ilkokul öğretmenimizin verdiği nizamla kaynaşan bir sıra oluşturmuştuk. O heyecanı unutmadım. Sıranın yavaş yavaş ilerleyişi, yazara yaklaştıkça korkuya da benzer bir heyecan içinde terleyişim… Neden tedirgin olmuştum? Bunca çocuğun, önünde sıraya girdiği bir insanın mühim biri olduğunu hissetmekten ötürü mü? Sanki beni ayaküstü sorguya mı çekecekti? Dilbilgisi soruları mı soracaktı? Bağlaç olan “de” leri ayırmıyormuşsun duyduğuma göre diye azarlayacak mıydı? Öyle olmadı tabii. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama gözlerimin içine bakan gülen gözlerini hatırlıyorum yazarın. Kitabın ilk sayfasına yazdıklarını hayranlıkla defalarca okuduğumu da. Yıllar geçtikçe her aklıma geldiğinde açıp o imzayı izledim. El yazısını, imzasını ve yazılanların anlamını. Bir çocuk için dilenebilecek en güzel şey: “güzel” bir insan olmak. Ben de bu dileğin peşinden koştum ömür boyu. Tırnak içindeki güzel’in ne anlama geldiğini aradım, aramayı da sürdürüyorum.
Öykümsüler yazmaya başladığım ilk yıllarda düştüğüm bir karamsarlık anında, kendi yolumu bulamayacağımı düşündüğüm zamanların birinde, bu imzanın da etkisiyle Feyza Hepçilingiler’e e-posta ile ulaşmıştım. Onun e-posta adresini nasıl bulmuştum? 2002 yılıydı, henüz e-postanın hayatlarımıza yeni yeni girdiği dönemler olmalı. ODTÜ Kitap Topluluğu’nun Ankara’daki üniversite öğrencileri arasında düzenlediği “Öykünün Ayak İzleri” isimli öykü yarışmasına katılmış ve Yastık isimli öykümle Öğrenci Özel Ödülü gibi ne olduğunu pek anlayamadığım bir ödül kazanmıştım. (Birinci, ikinci, üçüncü olamamıştım ama mansiyon da değildi, arada bir şeydi.) O yarışmanın jüri üyelerinden biri de Feyza Hepçilingirler idi. Ödül töreninde yazar orada değildi fakat yarışmayı düzenleyen öğrencilerden ve kulüp hocasından yazarın e-posta adresini almıştım. Ona e-postayı ODTÜ yurtlarındaki havasız ve sıcak bilgisayar lab’ı dediğimiz odadaki, onlarca (yüzlerce miydi?) dip dibe sıralanmış bilgisayarlardan birinde yazdım ve gönderdim. Cevap geleceğinden pek de ümidim olmadan sorular sormuş, biraz dert yanmıştım. İlk e-postada “hani vardı ya Yastık isimli öykü, şu yarışmadaki, onu nasıl buldunuz, beni eleştirir misiniz,” demiştim. İkinci e-posta ise, “ben bu okulu bırakacağım, ben ne yapayım?” eksenli sorunlardan söz etmiştim. (O zaman kafamı en çok karıştıran sorunlardan birinin edebiyata ve yazmaya normal insanlardan daha fazla ilgim olsa da mühendislik okuyor oluşum ve mühendislikle yıldızımın pek barışık olmayışı idi ki o zaman ben ne yapacaktım, mutsuz mu olacaktım, yazar olamayacak mıydım, vs.) Şimdi hâlâ e-posta kutumda duran iletilere bakıyorum da öyle safça yazmışım ki, bir sevgiliye, anneye, ablaya yazar gibi içimi dökmüşüm; şimdi çocuk utangaçlığı duyuyorum o zamanlar duymadığım. Tabii gönderdiğim ilk e-postada imzalı ilk kitabımın yazarı olduğundan da bahsetmiştim. Koca yazarın bir gencin hezeyanlarını ciddiye alıp cevap vereceğini sanmasam da şansımı denemiştim. Biraz da kime açılacağımı, derdimi kime anlatacağımı bilemeyişimdi ona yazma nedenim. Oysa beklemediğim şekilde bir cevap gelecekti yazardan. İşini gücünü bir yana bırakıp yazmıştı Feyza Hepçilingirler, oturup beni avutmuştu. Ummadığım samimiyette, uzun uzun. Öykümden övgüyle söz etmiş, detaylı açıklamalarda bulunmuş, kendi ifadesiyle “coşan, taşan anlatım”ımdan, “süs gibi durmayan hoş buluşlar”ımdan bahsetmiş, kısacası beni havalara uçurtmuş, ‘Uçtu Uçtu Özgür Uçtu’ yapmıştı. Sonraki bir hafta her karşıma çıkan arkadaşımın eline tutuşturup e-posta çıktısını, bak neler yazmış diye böbürlenmiştim. Mühendislik ile ilgili sorunlarımla ilgiliyse kendi deneyimlerini paylaşmış, yüreklendirmiş, beni yazıya devam etmem yönünde güdülemişti. Verdiği moralle ben de yazmayı sürdürdüm. Toplamda iki adet yazışma yapmıştık. O imzanın neden Feyza Hepçilingiler tarafından atıldığını anladım böylece; “güzel” bir insan olmamı dilerken bana, o “güzel” insanın nasıl olması gerektiğini de yıllar sonra örneklemişti.
Bir daha hiç görüşmedik, ne karşılaştık ne de herhangi bir şekilde iletişime geçtik. İlk imzadan yıllar sonra, 2007’de dikkate değer görüldüğüm, 2011’de ise kazandığım Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nün jüri üyesiydi Feyza Hepçilingirler. Ödül töreninde karşılaşırsak, kendimi ona yine hatırlatmayı düşünmüştüm; beni hatırlamadığına emindim. Fakat ödül töreninde yoktu. Ben de yabani bir duruşla ona ulaşmaya çalışmadım dahi. Sosyal medya kullanıyor muydu bilmiyorum ama zaten 2014 yılında facebook’a bulaşmış biri olarak ben kullanmıyordum. Böylece bu uzak kesişim de o hiç farkına varmadan, sessizce tarihe karıştı.
2017 yılında, yani bu yıl, Nisan ayında garip bir olay oldu. İkinci öykü kitabım “Karton Ev”in imza günü için İzmir Kitap Fuarı’na gitmiştim. Fuarın son günüydü. Anne baba, akrabalar, çocuğun ateşli hastalığı derken, imza saatine zor yetişip yayınevi standına sırtımda terle oturdum. İki saatlik imza etkinliğinin ardından eşim elinde bir kitapla geldi. Feyza Hepçilingirler’in “Kara Kuzunun Kulağı” isimli kitabıydı bu ve yazarı tarafından oğlum için imzalanmıştı. Tabii, Feyza Hepçilingiler beni tanımadığı gibi, doğal olarak eşimi de tanımıyor ve kitabını imzaladığı çocuğun oğlum olduğunu da bilmiyordu. (Bu yazıyı okursa artık bilecek) Aradan tam 26 yıl geçtikten sonra, ilk imzalı kitabımın ve gençlik döneminde şöyle bir sırtımdan ittirmesiyle hâlâ yazarlık sevdasında olan benim oğluma da ilk imzalı kitabını hediye etmiş oldu böylece. Çok duygusal anlar yaşadım ve basit gibi görünse de kader diye somutlaşmış bir şeyler arandım ayaklarıma dolanan. Can Çocuk standının önünden geçtiğimizde yazar yerinde yoktu. Biz de babaannesinin evinde ateşli haliyle bizi bekleyen oğlumuzun yanına dönmek için bir an evvel fuardan ayrılmak zorunda kaldık.
İmzalar önemlidir, her zaman hoş durumlar yaratır, hatıralarımızda yer eder ama bir çocuk için imzalı ilk kitabın değeri bambaşkadır. En azından bir kısmı için ömrünün sonuna kadar saklayacağı bir değere dönüşür ve belki de hayatının şekillenmesinde rol oynar. İmza günlerinde ya da denk geldiğinde kitaplarımı imzaladığım bazı okurlar oğlu ya da kızı için imza isterler. İmzaladığım kitap bir çocuk kitabı olmasa da, yıllar sonra büyümüş bir çocuk tarafından okunacağını bilmek bile beni müthiş heyecanlandırır, onun anılarında yer edebilme ihtimali… Zaten pek beceremezken imzada harikalar yaratmayı -bazı yazarlar gerçekten bir sanat eserine dönüştürüyorlar imza sayfalarını, resimler, çizimler, desenler; hayranım onlara- bu durumlarda iyice elim ayağıma dolanır, imzalı ilk kitabımı hatırlarım. Şimdi çocuk kitapları yazan tanıdıklarım, arkadaşlarım var. Onlar neler hissederler acaba çocuk okurlarına kitaplarını imzalarken çok merak ediyorum. Heyecanlanırlar mı? Yıllar sonra o çocuğun büyüyeceğini, büyüyüp belki de bir gün karşılarına çıkacağını düşünürler mi? Attıkları imzaların, yazdıkları satırların değerini bilirler de ona göre mi kalem sallarlar? Onlar da çocuklardan birer imza almak istemezler mi? Merak işte.