İnsanlığın kaderi ile zaman arasındaki sorunsalı irdelemek için, en başta toprağın ehemmiyetini anlamak gereklidir diye düşünüyorum. Toprak… İnsanlık var olduğundan bu yana, yaşanmışlıkları kendi göğsünde katman-katman muhafaza eden hatta imkanlarının elverdiği nispette insanlığın maddi kültürünü nesilden nesile aktaran, tabiatın dört unsurundan belki de en mühim olanı.
Tüm inançlar, insanın su ve toprağın simyasından meydana gelen bir varlık olduğunu söylerler. Nitekim birkaç yıl önce okuduğum ve ilk felsefi roman olarak addedilen, 12.yy’da Endülüslü İbn Tufeyl tarafından yazılmış olan; “Hayy bin Yakzan” adlı eserde, ana karakterin; “mayalanmış çamur kütlesinin ortasındaki kabarcıktan” türeyen bir varlık olduğundan bahsedilmektedir.
Yine Anadolu’daki kadim uygarlıkların “kadın” olgusu ile “toprak” olgusunu özdeşleştirmeleri, uhrevi bir bakış açısıyla toprağın bereketini, kadına duyulan saygıyla aynı minvalde tarihe sunmaları toprak hususunda göze çarpan bir başka ilginç anekdottur.
Asırlar boyu toprağa duyulan saygının birçok misaline şahitlik edebilir ve kendi benliğimizden çoğalan ilhamlarla dahi toprak ile aramızdaki bağın farkına varabiliriz. Toprağa duyulan ilgi ve onun muhteviyatına biçilen anlamın perspektifinden tarihe uzanacak olursak bizi; yaşam tarzları, kendilerine has kanunları ve dünya görüşleri ile bugün bile toplumsal yapıların temelini oluşturan medeniyetler beklemektedir. Kültürel kodlarımızın içine ilmek ilmek işlenen tüm fizik ve metafizik yönelimler, nesilden nesile sirayet eden “içgüdüsel” davranışlar yahut bilincimizin temelinde yatan her şey bu medeniyetlerden zaman içerisinde bizlere uzanmakta ve her insan bir diğer nesil için taşıyıcı olmaktadır.
Peki insanın toprakla olan hikayesini yine toprağın göğsünde arayan arkeoloji biliminin doğuşundaki yegâne etken ne idi? Bu soruya verilecek cevabı belli normların sınırladığı yavan tabirlere sığdırmak yerine, meselenin özündeki öze eğilmek gerektiğini düşünüyorum. Arkeoloji bir “tarih” yahut “kazı” bilimi olmaktan ziyade insanın kendi bilimi ve kendisini keşfetmeye yönelik ortaya koyduğu bir eylemdir.
İnsanoğlunun toprakla olan ilişkisini bir an için yok sayalım… Tarımsal ve gömü faaliyetleri hariç, insanın toprak ile bağını koparalım ve akabinde insanın tarihe hiçbir ilgisinin olmadığını düşünelim. Bizi bekleyen manzara ne olacaktır? Geçmişinden habersiz bir insanlık mı? Hayır…
Bizi bekleyen manzara sadece geçmişinden habersiz bir insanlık değil, aynı zamanda sabit bir zemine oturamamış ve yarım kalmış bir kültürler çöplüğü olacaktır. Evet, belki de insanlık toprağa hiç ilgi duymasa bile mütemadi gelişme serüvenini sürdürecek lâkin bu serüveni doğuran kendi hafızasını hiçbir ideaya konumlandıramamak cehenneminde nice buhrana göğüs germek zorunda kalacaktır. Yaratıcılık olarak eksik kalacak, tereddüt içerisinde estetiksel yargılarını belki de yeni baştan, her daim yeni baştan imar etmek üzerine, bir kısır döngüde mahvolacaktır. Toprağın göğsünde kendi mirasıyla katmanlaşan insan bu değeri idrak edemezse kendinden uzaklaşacak ve kendisine uzandığını sandığı her yolda, kendisinden ödün vererek yenilenememenin sıradanlığıyla tükenecektir. Topraktan gelen insanoğlu toprağa değil, süratle kendi yokluğuna gidecektir.
Toprağı unutmak, insanın kendisine duyduğu nefretin eseri olabilir ancak. Kendisini öteleyen insan, toprağı da öteler, onu sadece bir tabiat unsuru olarak görür ve fani varlığını ebediyetle taçlandıramaz. Oysa toprak fanilikten öte ebediyeti hatırlatmaktadır. Çünkü toprakla ilişkisi metin temeller üzerine kurulu bir insanlık yok olmaz ve kendi atalarının yaşam dinamiğini, üzerinde yaşadığı dünyaya tatbik ederek ebediyete uzanabilir.
Toprakla olan ilişkimizin hiçbir zaman nihayete ermemesi ve toprağın kıymetini her daim idrak etmemiz temennisiyle.