Kelimeler ve Şeyler

Kelimeler ve Şeyler
Las Meninas” 1656, Diego Velâzquez

“Bu olağanüstü güçlükteki ve derinlikteki kitabı, felsefesiz, düşüncesiz ve bu yüzden de ‘dilsiz’ bir toplumun diline çevirmeye kalkışmanın en mükemmelinden bir saçmalık olduğunu biliyorum; ama Las Meninas o kadar büyüleyici ki…” diye bitiriyor sunuşunu, Kelimeler ve Şeyler’i Türkçeye kazandıran Mehmet Ali Hoca (Mehmet Ali Kılıçbay). Belki de burada, aşikar olanı vurgulamaya gerek yoktur; sadece hocamızın haklılığını ve hakkını teslim edip, yine de gülümsememe neden olan bu ironik bitiriş ve daha önemlisi bu çeviri için kendilerine içten bir teşekkür yeterlidir.

Ve elbette, Velâzquez’in Las Meninas‘ı; Kelimeler ve Şeyler’in insan bilgisine/düşüncesine yaptığı ‘şey’i temsil edebilecek daha uygun bir eser olamazdı sanırım. Baktığımız anda değil elbette ama bir an durduğumuzda; Bu tablonun “özne”si kim/ne?!

Nedimeler (las meninas), Margarita, Kral Felipe, karısı, sarayın nazırı, soytarı, köpek, ayna, bakan, bakılan, Velâzquez

Las Meninas’ın, Kelimeler ve Şeyler’e vitrin olma; Kelimeler ve Şeyler’in de Las Meninas’a metin olma onurlarını taşıdıklarını belirterek; usta Velâzquez’e de saygıda kusur etmedikten sonra, “ortalığı birbirine katan” Foucault’ya gidebiliriz artık.

Seçkin bir ailenin çocuğu, başarılı bir doktorun oğlu olan Paul-Michel Foucault prestijli bir okul olan Ecole Normale Superieure’de parlak bir öğrenci, hatta bir yıldızdı. Akademik ve politik bağlantıları onun Fransa’da felsefi ve akademik beklentileri olan kişilerin genellikle geçmeleri gereken üniversite öğretiminden uzak durabilmesini sağladı. Bunun yerine, bir yandan İsveç, Polonya ve Almanya’da birkaç şahane yıl geçirirken bir yandan da Sorbonne’un en etkili profesörlerinden biri tarafından desteklenen ve yayımlandığında da önde gelen entelektüellerden olumlu eleştiriler alan tezini tamamladı. Bunu izleyen sekiz yıl süresince kolaylıkla bir akademik meslekten diğerine geçiş yaptı. 1966 tarihli kitabı Les mots et les choses (Kelimeler ve Şeyler) akademik alanda en iyi satan eser konumuna yükseldi ve yazarını Fransa’nın “usta düşünürü” olarak Sartre’ın yerine aday konumuna getirdi. Birkaç yıl sonra elit ötesi College de France’a (Bergson ve Merleau-Ponty’nin ardından) seçildi; bu tercih onu Fransız akademik dünyasının zirvesine yerleştirdi ve sıradan ders verme yükümlülüklerinden sıyrılmasına olanak tanıdı. Bu noktadan itibaren, tıka basa dolu salonlarda konferanslar vererek gitgide daha yüksek düzeylerde politik eylemlere katılarak ve tüm bunlara ek olarak, suç ve cinsiyet konusundan onu her türden beşeri ve toplum bilimsel disiplinde önemli bir kişi haline getirecek olağanüstü kitaplar yazarak dünyayı dolaştı. Öldüğü 1984 tarihinde hakkında çoktan düzinelerce kitap yazılmıştı ve ölümü sonrasında ünü giderek arttı.[1]

Ya Da

Foucault otoriter bir doktorun zeki ama duygusal açıdan sorunlu oğluydu. Homoseksüel olmanın zorluklarını yaşayan Foucault henüz Ecole Normale’deyken intihar girişiminde bulunmuş olabilir; psikiyatrik tedavi gördüğü ise kesin. Fransız toplumundan o kadar nefret ediyordu ki çareyi yabancı ülkelerde çeşitli marjinal görevlere kaçmakta buldu ancak buralarda da aradığı özgürlüğü bulmayı başaramadı. Büyük bir entelektüel başarı elde etmesine karşın yaşamını uyuşturucularda ve sado-mazoist sekste aşırı heyecanlar (o bunlara “sınır-deneyimler” demekteydi) arayarak harcadı ve muhtemelen San Francisco’nun masaj salonlarında kaptığı aids yüzünden 60 yaşına gelemeden öldü.[2]

Sapık, ibne, queer, deli, dahi, filozof, sosyolog, psikolog, aids, falan filan…

Kimin Foucault’su nasıl?! Bizi ırgalamaksızın, biliyoruz ki; bizim Foucault’muzun, “İnsan Bilimlerinin Arkeolojisi” başlık açıklamasıyla basılan Kelimeler ve Şeyler’inde, biyolojiden psikolojiye, dilbilimden iktisata, insan bilimleri üzerinden; insanın ürettiği tüm bilginin[3] ve/veya insana ilişkin tüm bilginin nasıl “kurulduğu”nun ve nasıl “yarıldığı”nın serüveni çözümleniyor. Böylelikle de “insan”ın; Foucault’nun kendisinin bu sözcüğe yükle(me)diği anlama rağmen ‘insan’ın; ‘olup biteni anlarken’ (yani felsefi/teorik çabasında) ve ‘olup bitene eylerken’ (yani politik/pratik çabasında) kullanacağı ufuk/çığır açıcı bir ‘alet çantası’ armağan ediyor yine İnsan’a: Kelimeler ve Şeyler.

Gutting’in aktardığına göre, Kelimeler ve Şeyler, 1966’da yayımlandığında, üç bin nüshalık ilk baskısı, haftasında tükenmiş, beş bin nüshalık ikinci baskısıysa iki ayda yok satmış. Yayımlanmasından dört ay sonra L’Express’in çoksatarlar listesine girmiş. Foucault’un önceki eserleri de sonraki eserleri de bu çapta bir kitleye ulaşmamış ve kendisinin de belirttiği üzere, bu kitabın popülaritesi, kitabın hedef kitlesinin çok çok üzerine çıkmış. Ayrıca kitaba en sert ve olumsuz eleştirileri yapanlar bile eserin derinlikli ve orijinal oluşunu belirtmeden geçmemiş.

FoucaultFoucault, diğer eserlerinde de -ama sarsıcı biçimde Kelimeler ve Şeyler’de- felsefi olarak, genel anlamda Batı geleneğinde üretilen ‘modern özne’ye; özel anlamda ise fenomenoloji ve egzistansiyalizme yönelik eleştiri yapar. ‘Modern özne ve modernizmin ürettiği öznellik’ 50’li yıllardan sonra çok yönlü biçimde sarsıtılmaya ve eleştirilmeye başlanmıştı. 20. yüzyıl için felsefede ciddi bir ağırlık merkezi olan Fransız filozofları başta olmak üzere birçok düşünür ve sanatçı eliyle gerçekleşen (Örneğin, Sollers romanda karakterlerin yitiminden, Barthes bizzat yazarın ölümünden söz etmektedir.)  bu çaba, deyim yerindeyse Foucault ile ve özellikle Kelimeler ve Şeyler ile bir dönüm noktası yaşıyordu.

Jacques Lacan’ın Ecrits ve Ronald Barthes’ın Eleştiri ve Hakikat adlı eserleriyle birlikte ama belki biraz daha etkin olarak ortalığı birbirine katan Kelimeler ve Şeyler; yeni neslin Varlık ve Hiçlik’i, Foucault’ysa yeni Jean-Paul Sartre’ıydı. Hemen hemen tüm akademik felsefe dergileri Kelimeler ve Şeyler’in yayımlanmasını, entelektüellerin karşı karşıya geleceği, giderek yaklaşan bir devler savaşı (gigantomakhia) olarak duyurdu. Sartrecı mirasa, yani Marksizme, anlama, aşkın olana, hatta ve hatta insanın kendisine zıt düşmekle kalmayıp, ona açıkça dudak büken bir kitap vardı karşımızda. Fransız felsefesinin saygın kralının, bu yeni rakibin açık ve toplu saldırısına karşı mirasını nasıl koruyacağı merak ediliyordu.[4]

Modern felsefenin babası sayılan Descartes’ın Kartezyen öznesi, tutarlı ve biricik cogito’sundan Kant’ın kendi aklını mahkemeye çıkaran eleştirel öznesine; Marx’ın tarihin öznesi ilan edilerek dünyayı değiştirmekle görevlendirilen devrimci öznesinden, Sartre’ın, yazgısı özgürlüğe mahkum olmak olan otonom öznesine kadar modern öznenin tüm türevlerinin felsefi tarifine, “arkeoloji” adını verdiği bir yöntemle meydan okuyan Foucault, mutlak bilen, anlamlar yaratan, bağımsız, düşünen ve konuşan öznenin yerine; dil, episteme, söylemler ve iktidarlar yoluyla kurulan bir özneyi, aslında bu öznenin öznellik deneyimlerinin kuruluşunu yani özneleşme süreçlerini anlatıyor bize uzun uzun.

Foucault’ya göre insanın özne olması demek, kendi varlığıyla bir ilişki kurması, ama bu ilişkiyi bilgi ve iktidar eksenleri üzerinden gerçekleştiriyor olması demektir. Foucault’nun “episteme, söylem, iktidar başta olmak üzere birçok kavramdan oluşan derin ve geniş sözlüğüne, bu yazıda çok da bulaşmadan kısaca; Kelimeler ve Şeyler’in; evrensel bir bilen olarak insan’ın, insanı merkeze koyan Modern episteme’nin bir ürünü olduğunu ve bu epistemenin söylemleri olan insan bilimleri (sciences humanies) marifetiyle kurulduğunu; tarihsel yarılmalarıyla insanın özneleşme biçimlerini gösteren arkeolojik bir kazı çalışması olduğunu söyleyebiliriz.

Böyle bir kazının nasıl yapıldığını, Foucault dağarcığından, ama oraya buraya çok da savrulmadan (bir tanıtım yazısında elbette) yalın ve yeterli biçimde somutlaştıran bir örneğini, gerçekten dünya çapında bir Foucault araştırmacısı olan Ferda hocanın (Ferda Keskin) “Foucault ve Öznellik[5]” başlıklı sunumundan alıntılamak istiyorum: Tarihin belirli bir noktasından itibaren ‘akıl’ın, ‘akıl olmayan’a dair ürettiği bir söylem bütünü vardır. Bu söylemde ortaya çıkan (1) normatif bir sistem ve o delilik adını verdiğimiz davranış biçiminin düzenlenmesi, tedavisi için ortaya çıkan (2) pratikler ve kurumlar ve son olarak Batı insanının dönüp kendisini; psikiyatri, psikopatoloji vs. adı altında gerçekleştirilen bilimsel faaliyetin kavramlarına göre kendi zihninde temsil etmesi ve onun getirdiği normatif sınırların içinde kalmayı kabul etmesi ve dolayısıyla kendini akıl hastalığı olarak kurulmuş bir (3) deneyimin öznesi olarak görmesi veya görmemesidir. Önceki epistemik dönemlerde bulunan akıl’ın akıl olmayan’la diyaloğu; bilimsel yaklaşımla şekillenen modern episteme’de üretilen söylemde “akıl’ın akıl olmayan hakkındaki monoloğuna dönüşerek akıl hastalığı deneyimini üretmiştir; tıpkı erkeğin kadın üzerine monoloğuyla ‘kadınlık’ deneyiminin; Batı’nın Doğu üzerine monoloğuyla ‘Doğululuk’ deneyiminin üretildiği gibi” diye zihnimizde öznellik deneyiminin kuruluş şemasını çizerek tamamlıyor hocamız konuşmasının o kısmını.

Kelimeler ve Şeyler’de de “insan bilimleri” yoluyla başka başka veçhelerden, bu öznenin, öznelliğin ya da öznellik deneyimlerinin nasıl kurulduğunu okuyoruz ve daha okumaya başlarken eğlenceli bir sarsıntı yaşıyoruz:

Bu kitabın doğum yeri, Borges’in bir metninin içindedir. Okunduğunda, düzene sokulmuş tüm yüzeyleri ve varlıkların kaynaşmasını bizim için yatıştıran tüm düzlemleri sarsalayarak, bizim bin yıllık Aynı ve Başka uygulamamızı şirazesinden çıkartarak ve onu uzun bir süre boyunca kaygılara sevk ederek, tüm düşünce alışkanlıklarını -bizimkileri: bizim çağımız ve coğrafyamızın sahip olduklarını sarsan gülüşün içindedir. Bu metin “bir Çin ansiklopedisini zikretmektedir, bu eserde, “hayvanlar: a) İmparatora ait olanlar, b) içi saman doldurulmuş olanlar, c) evcilleştirilmiş olanlar, d) süt domuzları, e) denizkızları, f) masalsı hayvanlar, g) başıboş köpekler, h) bu tasnifin içinde yer alanlar, i) deli gibi çırpınanlar, j ) sayılamayacak kadar çok olanlar, k) devetüyünden çok ince bir fırçayla resmedilenler, l) vesaire, m) testiyi kırmış olanlar, n) uzaktan sineğe benzeyenler olarak ayrılırlar” diye yazılmıştır. Bu sınıflandırmanın yol açtığı büyülenmenin içinde bir solukta ulaşılan nokta, bir kıssadan hissenin lehine olmak üzere, bize başka bir düşüncenin egzotik cazibesi olarak işaret edilen şey, bizimkinin sınırıdır: bunu düşünmenin çırılçıplak olanaksızlığı[6].


[1] Patricia Duncker’dan aktaran Gary Gutting, (G. Gutting, Foucault, Dost Yayınları, 2010, s.15)
[2] Blanchot’dan aktaran Gary Gutting, age.
[3] Burada belki ‘Batı insanı’nın ürettiği tüm bilginin diye belirtmeliyiz.
[4] Eric Paras, Foucault / Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna, Kolektif Yayınları, 2016, s.36
[5] https://www.youtube.com/watch?v=3ZTh8pKcVOY
[6] Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Yayınları, ç. Mehmet Ali Kılıçbay, 2001, s.11

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin