“Aramaya devam, Umuda selam”
Lolita 12 yaşında, Amerikalı bir kız çocuğu. Filmlerde her ne kadar güzelliğine vurgu yapılsa da romanda güzelliği olsa olsa ikinci planda. Roman Kahramanları dergisi onu seçmiş bu sayıda. Bu seçim hem zor hem popülizme mesafeli hem de ayrıksı bir seçim olmuş.
Humbert dururken onu seçmek, romanda bir de Lolita’yı görmek, göstermek Nabokov’u ve romanını kendi gerçeği içinde devindirmek için yerinde olmuş. Humbert, roman boyunca kendi yarattığı Lolita’yı anlatmış. Peki ya Nabokov’un yarattığı Lolita?
Lolita, romanın ne kahramanı ne de anti-kahramanıdır. Annesi “ömür törpüsü” diyor onun için, hayattan tek beklentisinin dansçı olmak ya da futbol takımı amigosu olmak olduğunu düşünüyor. Babasını beş yaşındayken kaybetmiş. Bir de erkek kardeşi varmış, bebekken ölmüş. Annesiyle kalmış Lolita. Evlerinin bir kısmını pansiyon yapmışlar. Geçinip gidiyorlarmış. Lolita’nın annesiyle ilişkisi, gerek genç kızlık hallerinden gerekse annesinin ilgisizliğinden pek iyi değil. Humbert’ın Lolita’sı ise; “Bir anı öbürüne uymayan, aksi, neşeli, kararsız, tay kıvraklığındaki yaşıtlarının aşiftece endamıyla zarif.”
Lolita, magazin dergilerine meraklı. Çocukluktan kadınlığa geçme sabırsızlığında. “Giyinmeye yarayan herhangi bir şeyin satın alınması Lo’ya ilaç gibi geliyordu” diyor Humbert. Bir gün annesini de kaybetti, Humbert ve korkularıyla kalakaldı Lolita. Kimsesiz, çaresiz, zavallı Lolita. Humbert’la eyalet eyalet, kasaba kasaba, Amerika’daki yaşamı gözler önüne sererek gezdiler Amerika boyunca.
Çocukluktan kadınlığa geçişteki hızını sol yanında Humbert’a, sağ yanında tüketilebilecek her şeye borçluydu Lolita. Neler bilmiyordu ki? İşveli davranmayı, işvenin ne işe yaradığını biliyordu. Her şeyin bir karşılığının olduğu dünyada kurnazlaştı Lolita. Ektiği kadarını biçebilirdi. Katlanmayı öğrendi. Rüşveti öğrendi. Tiksinerek sabretmeyi öğrendi. Almayı öğrendi, satmayı öğrendi. “Safdillikle hinoğluhinliğin, çekicilikle bayağılığın, efkârlı surat asmalarla gülpembesi neşenin karmaşası olan Lolita, kafası kızdı mı insanı canımdan usandıran bir velet olurdu.” Çoğu kere Humbert, isteklerine boyun eğdirmek için Lolita’yı tehdit ederdi. Bazen ıslahevine göndermekle, bazen ıssız bir çiftlik evine kapatıp Fransızca ve Latince öğretmekle, bazen de kimsesizliğiyle terbiye ederdi onu. Hepsinden de korkardı çocuk Lolita. Olabildiğine sıradandı. “Bir kafeteryanın tabelasında ‘Buz gibi içecekler!’ yazıyorsa bütün öteki yerlerdeki içecekler de buz gibi olsa hemen susayıverirdi. Bütün reklamların kendisine adandığı kızdı o; kusursuz tüketici, her kokuşmuş ilanın hem öznesi hem de nesnesiydi.”
Amerikan kültürünün yeni oluşmaya başladığı bu dönemde Humbert, Lolita’yı özel bir kız lisesine yazdırdı. Başöğretmen okulu tanıttı bize; öğrencilerinin kitap kurdu olmalarını istemezlermiş, başkent adlarını, savaş tarihlerini ezberlemeleri onları pek ilgilendirmezmiş. Çocuğa toplum içinde nasıl davranması gerektiğini, uyum sağlamayı öğretirlermiş. Tiyatroya, dansa, iletişime ve erkeklerle arkadaşlığa hazırlarmış. “Özetle, öğretim yöntemleri belirleme konusunda ödev yazdırmaktan çok iletişim kurmaya inanıyoruz. Demek istiyorum ki, Shakespeare ve öteki yazarlara sonsuz saygımız olmasına karşın, kızlarımızın eski, hurda kitaplara gömülmekten çok çevrelerindeki dünya ile iletişim kurmalarını amaçlıyoruz. Bazı şeyleri hâlâ el yordamıyla arama aşamasındayız belki ama akıllıca sürdürüyoruz bunu; habis tümörü araştıran bir kadın sağlığı uzmanı gibi. Organizma ve organizasyon açısından düşünüyoruz. Yıllar boyu genç kızlara sunulan birçok yersiz konuyu safdışı ettik. Geçmişte bu konular, genç kızların bilgi ve becerilerine yer bırakmıyor, yaşamlarını –ve hatta siniklerin ekleyebileceği gibi kocalarının yaşamlarını– düzene sokmakta kendilerine gerekecek tutumları geliştirmeye olanak tanımıyordu. Mr. Humberson, sorunu şöyle koymakta yarar var; Gökteki yıldızların nerede durduğu önemli olabilir ama buzdolabının mutfaktaki yeri, yeni yeni serpilip gelişmekte olan ev kadını için çok daha önemlidir.”
Zavallı Lolita’nın gideceği okulun başöğretmeni işte tam da böyle düşünüyordu. Serpilip gelişen bu kültürle birlikte bir erkek hastalığına tutulmuş pedofil Humbert, Lolita’nın çocukluğuna birlikte el koydular. Kadınlığı böyle öğrendi Lolita. O, olsa olsa Amerika’nın yaratılışına öncülük ettiği, dünyanın geri kalanına bulaştırdığı bir karakter, nihayetinde bir kitle. O, baş belası bir düzenin ürünü oldu.
Lolita, kimsesiz, güvencesiz olmasaydı belki de Lolita olmayacaktı. Humbert’ın cüreti, Lolita’nın çaresizliğindendi. Lolita’nın kaderi kapitalizmin ona sunduğu kaderdi. Salgıladığı korkularla ayakta kalabilen bir sistemin nesnesiydi Lolita. Kötünün iyisine razı edecekti hayat hep onu. Lolita kaçtı ama kurtulamadı.
Nabokov’un başarısının bir yönü de romandaki her şeyin birbiriyle, çevreyle bağlantısındaki tutarlılıktır bana göre. New York Times gazetesi, Masumiyet Müzesi hakkında; “Erkeğin Füsun takıntısı Nabokov’un Lolita’sını çağrıştırdı” yorumunu yapmış.
Kemal takıntılı bir âşıktır ancak Füsun’da ne bulduğunu bir türlü anlayamadık roman boyunca. Neden Füsun? Kemal’in hangi hastalığına ya da Füsun’un hangi çarpıcılığına bağlamalı bunu? Sayfalar dolusu aşk hikâyesi asılı kaldı havada. Kemal’in yarattığı bir Füsun yok ortada. Orhan Pamuk’un yarattığı Füsun ile Kemal’in yarattığı aşk havasını birleştirdiğimizde maalesef gerçekçi, büyüleyici bir hikâye çıkmadı ortaya. Oysa Humbert’ın hastalığı bellidir ve bu hastalığa, bu tutkuya biçilmiş kaftandır Lolita. Füsun kadar aleladedir aslında. Ama Lolita geceleri ağlarken içimiz yanar, çaresizliğinin sızısını duyumsarız. Kahroluruz biz de onunla.
Ahhh Lolita, zavallı Lolita… Senin kaderini yaşamaya devam eden; ensest kurbanı, erkeklik kurbanı, bol ışıklı vitrinlerin kurbanı, güçsüzlüğün kurbanı yüzlerce binlerce kadın var, çocuk var. İstemesi kolay, alması kolay Lolita, senin gibi görünmeye çalışan kadınlar bıraktı adın. Pembeler, şekerlemeler, tüylü, ayıcıklı bir şeyler bıraktın zihinlerde.
“Çok geçmeden bütün seslerin aynı olduğunu, kadınları evde, erkekleri işte olan bu saydam kentin sokaklarından yükselenin hep aynı sesler olduğunu anladım. Sevgili okuyucum! Duyduğum şey oyun oynayan çocuk seslerinin ezgisinden başka bir şey değildi; hava öylesine berraktı ki, bu görkemli ama ayrıntılı, uzak ama şaşılacak kadar yakın, açık seçik ama ölümsüz bir gizemle dolu ses kalabalığı arasından kimi kere kıkır kıkır bir gülme yükseliveriyor, bir beyzbol sopasının ‘çat’ sesi ya da oyuncak bir trenin takırtısı ayırt edilebiliyordu. Kalemle hafifçe çizilmiş gibi gözüken bu sokaklar bu sesleri çıkaranları görmeye olanak sağlayamayacak kadar uzaklardaydı. O görkemli yamaçta durdum, ezgilerin titreşimine, arka plandaki utangaç bir mırıltının ortasından yükseliveren ayrı ayrı çığlıklara kulak verdim. İşte o anda, işte o anda anladım ki umarsızlığı en belirgin olan şey Lolita’nın benim yanımda bulunmayışı değil, sesinin aşağıdaki o çocuk sesleri arasında olmayışıdır.”
Nihayetinde Humbert’ın Lolita’sı ile Nabokov’un Lolita’sı yaklaştı birbirine.
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2011 5. sayıda yayımlanmıştır.