Meursault’un Hiçleşme Yolculuğu

Feridun Andaç

Yabancı

                                                                                                                         Dilek’e

                                                                   “Uyumsuz insanın tüm yapabileceği her şeyi                                                                      tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir.”
                                                                                                              Albert Camus 

                                                                    “Yabancı, aynı zamanda, insanlar                                                                                     arasındaki insandır.”                                                                                                                                            Jean-Paul Sartre

1./YABANCI ’YA DÖNMEK

Dönerken Camus’nün Yabancı’sına, kendi “yaban” günlerim çıktı karşıma. Yalnız yaşadığım Ortaköy’deki öğrenci evim… Siyasal karmaşanın, terör ve şiddetin günümüzü kararttığı zamanlar: Öldürümler, cinayetler, korku ve başkaldırı günleri…

YabancıCinnet kıyılarında gezindiğim akşamlar… Bütün bunların gölgesinde, kapanmışım o eve, Camus okuyorum: Sisifos Söyleni ile Yabancı bir arada… Yol arkadaşlarımdan bir gören olsa kınayacak eminim! Bu ateşli zamanlarda okunur mu Camus?

Okunmazı okunur kılan zamanlardan geçtiğimizin ayrımındaydım. Lermontov’un Zamanımızın Bir Kahramanı’nı, Gorçarov’un Oblomov’unu da öyle okuyordum. Bana “yabancı” olan her şey ilgimi çekiyordu, dünyayı o kıyılardan keşfetmek istiyordum.
Camus, denizin öte kıyısından, bense Batı’nın Doğu’sundan, en uçtaki karasal iklimden geliyorduk.

Hayatın anlamsızlığındansa anlamını kavramaya dönüktü yüzüm. Ta ki Camus’nün bu anlatısıyla buluşana dek. Öncesinde başka sözleriyle yol almıştım. Ama burada başka bir dünyanın seyrine çıkarmıştı beni. Bir ölümün sanrısına dayanamayan, içinde olduğu zamana dönüp bakınca o akışa kapılıp olur olmaz şeyler yapan/yaşayan Meursault, sonunda başka bir ölüme neden olur, kendi ölümünü hazırlar. Karşımda duran iki ana kavram: hayat ve ölüm’e bir diğeri eklenmişti: saçma. İkisinin eşitliğinden doğan bir şeydi bu bana.

2./ YABAN DURUŞ, YABANSI BAKIŞ

YabancıYakup Kadri, Yaban romanını 1932’de yayımlamıştı. Yaban/yabanlık/yabancı/yaban duruş… gibi kavramlar bir romancı aracılığıyla edebiyatımıza ilk kez giriyordu. Yakup Kadri, orada, “yabancı” olmak halindense; yaban ve yabanlık’tan söz ediyordu daha çok. Yani bir dönüşme hali değildi anlattığı. Aydının gelip durduğu yerde/köydeki “yaban” hali ile köylülük/yabanlık duruşunun bir yüzleşmesi, hatta eleştirisi başat öğeydi romanda.
Onu tezli roman kıyısına getiren de bu yanıydı.

Adından yola çıkarak, yaban/yabancı kavramları ve bunların içerdiği anlam; bireydeki algısal ve dönüşsel durumuna baktığımızda; Yakup Kadri’nin Yaban ’ı ile Albert Camus’nün Yabancı ’sı arasında bir bağ kurabiliriz.

Ahmet Celâl ile Meursault’nun karşılaştırılmasını yaptığımızda, “birey” olarak duruşlarında yakın anlamlar buluruz. Kuşkusuz romanların dokusu, romanesk özellikleri, anlatılan dönemsel gerçeklikler, işlenen ana tema farklıdır. Bir başka benzerlik ise her iki romanın anlatıcılarının da roman kahramanları olmasıdır. Kendilerini, kendi sıkışıp kalmışlık hallerini biri günlük biçiminde diğeri ise anlatı olarak söze döker:

Yaban/anlatıcı: Ahmet Celâl

“Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi bulunabilirdi? Ben, burada diri diri, bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiç bir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.” *

Yabancı/anlatıcı: Meursault

“Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar yurdundan bir telgraf aldım: ‘Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.’ Bundan bir şey anlaşılmıyor.”**

İzlekler açısından baktığımızda, her iki romanda da anlatıcı-kişilerin sanrılarının ne olduğunu; yaşanan yaban/yabanlık ve yabancılaşmanın ne durumda, hangi boyutlarda, nasıl biçimlendiğini gözleriz. İzleksel karşılaştırmalar bir yana; roman türüyle hayatımızdaki yerinin/anlamının ne olduğunu görmeye/anlamaya, hatta sorgulamaya başladığımız “birey”in konumu, zaman içindeki serüvenleri ilgimizi çeker oldu.

Kendimize bakmanın bir yolu/dili olan roman, bu anlamda, hep taşıyıcıdır. Romancı, romanını kurarken önce bireye bakmalıdır; onun hayatında yazılmaya değer olanın ne olduğunu gördükten sonra topluma/toplumsala dönüp; “Peki, şimdi asal sorun/u nedir” diyerek bunu, onun gerçekliğinde anlatmaya başlamalıdır. Başlar da…

Yakup Kadri 1930’ların Türkiye’sinde yazarken, Birinci Paylaşım Savaşı’nın hemen sonrası Anadolu’sunun bir yöresine/köyüne götürür Ahmet Celâl’i. Orada konumlandırarak bize günlüğünü aktarır. Orada da yer yer yaşamın anlamı/anlamsızlığı yaşanan ortamın “yaban”lığı ekseninde yansıtılmaya çalışılır. Giderek de ölüm ve yokluk/yoksunluk düşüncesiyle karşılaşırız. Ama Yakup Kadri’nin asıl sorgusu bireyin varoluş sanrısı değildir. O, daha çok, toplumsalın diline/anlamına, bunlarla yüzleşen bireyin (aydının) haline bakar. Yarım, eksik, yetersiz olanı görüp yansıtır. Camus’nün, kahramanı Meursault’nun kişiliğinde yansıtmak istediği “yaban”/cı-lık hali farklıdır. Çünkü orada bir dönüşme, içselleşme halinden söz edilmektedir.

3./ YAŞAM SORGUSU

YabancıCamus’nün düşüncesinin tözünde hayatın saçmalığı/anlamsızlığı, değişkenliklerle çözülen yanlarının bireyin dünyasında nasıl/ne türden sanrılar yarattığının dile getirilişi vardır.
Bu bakımdan Yabancı (1942) romanını onun manifestosu gibi de algılayabiliriz. Dahası onun Sisifos Söyleni’ndeki (1942 ) düşünsel tözünün açımlanması olarak da alabiliriz.

“Ölümle biten yaşam”ın saçmalığını sorgularken, yarattığı kahramanın gerçekliğinde salt tekil olana bakmaz. Dış dünyanın belirleyiciliğine de döner yüzünü. Meursault’yu, iç ve dış’ın yansıtılmasında tipik bir kahramana dönüştüren de          budur.

Dikkat edersek eğer, iki roman da iki savaş sonrasında kaleme alınır, aralarında on yıllık bir zaman dilimi vardır. Savaşın getirdiği çöküntünün toplumda açtığı derin yara ve bireyin hiçlenme serüveni… Sanrılı bir durum… Oradaki birey “yaralı”dır: Bilinçte, duyguda, düşüncede sakatlıkları, eksikleri vardır. Uyumsuzluğu da bu yüzdendir. En belirgin şey: Savaşın saçmalığı ve açtığı gediktir. Oradan görülenlere bakar romancı.

Camus, o savaştan arta kalanların yansılarını hiçleşme serüveninde gösterir aslında. Ve bugünün hayatında süregiden gündelik savaşımın da boğuntusu çekip alır bireyi içine. Meursault, biraz da bunun yansısıdır. Görünenlere yansıyan duygusuzluk, eylemsizlik, isteksizlik halini sorgular. Çünkü, duygu dönüştürendir insanı. Varoluşunun anlamına yolculuklara çıkardığı gibi, gösterendir de aynı zamanda. İçinde yaşanılan duygu haline bakan romancı, ister istemez sorgusal bir dil kullanır. Çünkü çatışmanın ne olduğunu göstermek ister.

Bireyin yaşadığı ortamdan kopuşu, insan ilişkilerine yabancılaşması onu hiçlik sınırına getirir. Anlamsızın ve saçmanın sorgusu da işte bu noktadan sonra başlar.
Yabancı’da Meursault’nun bu “yaban” halleri sürüklenişinin yansılarını içerir. Biz, onun her sürüklenişinde insanın karanlığına bakarız. Camus’nün gösterdiği ise; hayatın/hayatların birbirine benzerliği/saçmalığıdır. Onun içe dönüklüğündeki suskunluk, dış dünyaya açık algısının da karanlık/puslu yanıdır aslında. Çünkü anlamsızlığa doğru yürür. Bakıp gördükleri, yaşamaya çalıştıkları, konuşup ettikleri, yüz yüze kaldıkları o “yaban”lığının sırlı yanlarına iz düşürür. Her adımdaki can sıkıntısı ise o yansıların anlamsızlığının da göstergesidir. Bilinçaltının sıkışmışlığında öyle bir noktaya gelir ki; eylemsizleşen hali onu “suç”a iter. Bu da “saçma”dır onun için, tıpkı “yargı”lama, “idam” gibi…

4./ DÖNÜŞTÜREN GERÇEKLİK DUYGUSU

Camus, romanında, yaşanan/şimdiki zamanın akışkanlığında; giderek kendi eylemsizliğine kapanan Meursault’nun sessizliğinin çığlığını duyurmaya çalışır bir bakıma.
Onun kopuş>ayrılma>yabancılaşma durumunu da şu üçlemle açıklar:

Acı çekilen zamana tutunan, hiçliğe dönülenlerin birer simgesi olarak yansırlar romana, Meursault’nun kişiliğine. Onun anlatımında, bir tür imgesel algısında romanın örgüsü gelişir.
Yer yer çözülen bilinçaltında (yansılarında) yerinden yurdundan edilmişliğin sızısı vardır. Onu “tek”liğe iten kendi olamama durumudur aynı zamanda.

Meursault’nun her yöneliminde, girdiği/yüzleştiği her ilişkisinde, durduğu her yerde bir karşı duruş hali sergilenir. Bunların her biri saklı ironisini, yıkıcılığını yansıtır. Ki; onun bilinci/bakış açısından izleriz her şeyi.

Camus’nün Meursault’da yansıttığı iç açma özgürlüğüdür. Yani, değişken duruşunun her hali, her şeyi yapabilme hatta deneme cesaretini verir ona. Marie ile ilişkisinde beliren de o “yaban”lığının bir görünümüdür. Değişememe düşüncesi yabancılaşmaya götürür onu.
Saçma ile hiçlik arasına sıkışıp kalır. Onun algısı öyledir. Ölüm bile değişimin sonucudur. Mutlu anın gelip vardığı noktada kendini ölümün kıyısında hissetmesi de “saçma”dır.
Öyleyse “saçma” nedir? Sartre’ın deyimiyle; Meursault, “insan olma halinin saçmalığı”nı simgeleyen bir tip olarak romanı (kurar) var eder.***

Camus ise, uyumsuzun dilinin ne olduğunu bu anlatısında kahramanının aracılığıyla dile getirir demeliyim.


Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2010 1. sayıda yayımlanmıştır.

Yaban, Yakup Kadri, 1979, Birikim Yay., 300 s.

** Yabancı, Albert Camus, Çev.: Vedat Günyol, 1971, Yankı Yay., 125 s.

*** “Yabancı’nın Açıklanması”/Yazınsal Denemeler, Jean-Paul Sartre, Çev.: Bertan Onaran, 1984, Payel Yay., 140 s.

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin