“Mezarlıklara gitmeyi daima sevdim… Benim içinse her zaman Sebastian Mezarlığı en ürkütücü ve dolayısıyla en büyüleyici olanıydı. Sık sık Sebastian Mezarlığı’na gider saatlerce kalır tek başına ölümü düşünürdüm…”
Thomas Bernhard – Neden
Roman, şiir ya da öykü incelerken yazarının ruhuna sızmak kaçınılmazdır. Özellikle belli bir duygu yoğunluğuna ulaşmış ve yazmazsa akli dengesini kaybedeceğini açıkça beyan etmişse bu yazar.
Sait Faik’in yaşadığı zaman dilimi dünyanın ve Türkiye’nin birçok dengesinin değiştiği yıllara denk gelir. Yazarın doğduğu ülke bir varoluş mücadelesinde olup bu mücadeleyi Cumhuriyet’le taçlandırarak sanayinin kalkındırılmasına odaklanmıştır. Ömrünün sonu da ülkenin, sanayiyle nüfusun kırsaldan kente geçişi ve bir ütopya olan köy enstitülerinin aktif çalışması ve kapanışına denk gelir. Dünya iki savaşının kıyımından geçmiş, fabrika bacalarının dumanı günlük yaşamın şehir estetiğini usul usul bozmaya başlamıştır. Hepsi modernleşme ve bireyin maddi zenginliği uğrunadır.
Bütün bu modernleşme çabası içinde dünyayı ve insanları hoşgörüyle kavrayıcı, çözümleyici bir üslupla gözlemleyen Sait Faik hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Bütün siyasi değişimlerin yaşadığı şehre yansıması ve daha birçok bireysel parametre onda yaratma baskısı yapar. Baskı büyüdükçe kaleme sarılır.
Duyumsadığı nedir ki?
Onu babası vesilesiyle bir ticaret adamına dönüştüremeyen direnç mi? Nedir içinde sürekli filiz veren sıkkın ve bir yere sığamama hali? Hep yürüyen, yürüdükçe düşünen, detaylara girdikçe bütünü gören bu odak hali nedir? Sait Faik için belki bu soruların cevaplarında yapay olana karşı, insanın içinde çöreklenen zorbalığa karşı bir tepki vardır. Evet bütün bunlar tepkidir ve modernleşmeye tepkisini edebiyata çağdaş bir yön vererek koyar. Yazısında her varlığı detaylı inceleyen her şeyi görüp sezerek damıtan bir iç görü hakimdir.
Peki Sait Faik’i yazmaya iten neydi? Bütün yaşam olanaklarını üst düzeyde sağlayan bir babaya karşı kendi varoluşunu ispatlamak mı? Anadolu aydınlanmasının topluma yayılan estetiğine karşı sanayileşmenin getirdiği dumansı hava mı? Cevap belki biri ama ya yaşam belirtilerinin ışıl ışıl günü aydınlattığı bir yolda neden bir öykü kahramanı sapar bir mezarlık yoluna?
Evet söz konusu mezar, Lüzumsuz Adam kitabındaki “Kameriyeli Mezar” öyküsünün konusu olduğu kabristandır.
“Sadece yolu yürüyerek kateden kişi yolun neye hükmettiğini görür.”
der Walter Benjamin. Şehirleri dolaşıp kendine yurt edinse de, bir flaneurden çok bir mistik bir bilinçtir kahramana bu mezarlık ziyaretini yaptıran. Genel geçer yargıya göre, bir sapkınlık olarak görülse de bilakis yaşam ve ölüm arasındaki ince sınırı gözlemleme arzusudur. Bir flaneur şehirde insanlar arasında onları gözlemleyerek rahat ederken, bir mistik mezarlığın havasını soluyarak ve oradaki mezar taşlarından ve bilgilerinden kişilerin profilini analiz ederek saatlerini geçirir.
O zaman yaşama dair delillerle başlayan “Kameriyeli Mezar”ın içine sızalım yavaşça…
Bir koy ve mezarlık tasviri ile başlar yürüyüş. Bitkiler aleminin detayları, hayvanlar aleminin sessizlikte daha dikkat çeken vızıltıları ile bütünleşir. Ayrıca medeniyete, insan yaşamına dair nesneler kıyıya vurmuştur. Koya parıltıyı veren akıntıyla gelen ve zamanla keskinliğini yitiren kırık cam parçaları, şişeler ve tabaklar göze çarpar. Bunlar parıltılar saçarlar. Denizin içindeki dalgalarla beraber iyice göz alan bu ışık huzmesi başka bir aydınlanmanın yolunu açar. Bir parıltılı üzerinde yükselen mezarlık… Parıltıların tam üzerinde ışığı sönmüş bir alem… Tam bir tezatlar ortamı…
Mezarlık ziyareti yapma niyetiyle yola çıkmayan öykü kahramanı kendiliğinden mezarlık yoluna girer. Yol üstünde pişirmeden içtiği martı yumurtaları vardır. Doğadan dolaysız olarak eline geçen martı yumurtaları doğal yaşama özlemin bir vurgusudur.
“Sessiz, ıssız deniz kenarları, uçmak hisleri, vahşi vahşi bağırmak arzusu martı yumurtası yedikten sonra içinize gelirse yumurta tesirini yapmış demektir. Deniz kenarında Robenson ruhuyla vahşi Cuma’ya.“
İşte tam burada martı yumurtaları yemesi, vahşice bağırma isteği, Robenson ve Cuma’ya öykünmesi kahramanının modern yaşamın bütün öğretilerinden sıyrılıp doğayla hemhal olma isteğini açığa çıkarır. Bu vahşiliğe yapılan atıftan hemen sonra ironik biçimde gelen yüksek gerilim hattının ölüm uyarısı ve on adım ileride mezarlık girişinin olduğunu anlarız. Bu mezar ziyareti herhangi birinin günlük yaşam içinde yapamayacağı, yüzleşmeye cesaret edemeyeceği ölüm olgusuyla doğal yaşama dönük yabaniliğin bir parçasıdır. İçeriye girince demir çubuklardan yapılmış, içinde iki mezarın olduğu demir çatılı bir bahçe çardağını andıran mezarla karşılaşır. Bu “Kameriyeli Mezar” gösterişiyle diğerlerinden ayrılır. Bu çardak benzeri mezarda rakı içmeyi bile hayal eder öykü kahramanı. Tam da bir mistiğin yapmak istediği gibi. Bir esriklik haliyle yaşamın görünmeyen peçelerini kaldırmak için. İşte yine bir tezat: rakı ve mezarlık…
Kameriyeli mezar gösterişli haliyle Hüseyin Avni Bey ve henüz hayatta olan eşi Ayşe Hanım’la ilgili ipuçları verir. Hüseyin Avni Bey hali vakti yerinde gösterişi seven iyi yaşayan bir adamdır. Mezarın biri boştur ve Ayşe Hanım’ın şimdiki -eşini kaybettikten sonraki- yaşamı hakkında varsayımlarda bulunulur. Çocukları olmadığına kanaat getirir öykü kahramanı çünkü mezar üzerindeki yabani otlar uzun süredir oradadır ve yolunmamıştır. Yabani otlar bir ecza dolabı olup her derde devadır. Yine yabaniliğe övgü. Bu övgü doğallığını yitirmiş her şeye tepkidir. Endüstriye, moderne ve yapaylık taşıyan her şeye!
Tam mezar çıkışında ikinci bir mezara rastlar. Biraz zarar görmüş olup kameriyeli mezarın aksine mütevazı bir hali vardır. Sahibi posta müdürü Muhlis Bey’dir. Kahramanımız kişi bilgilerinden ve mezar için kullanılan malzemeden meftanın sosyal statüsü ve kişiliği ile ilgili çıkarımlarda bulunur. Mezar taşında illa ki “Fatiha duası mı olmalı?” diye sorarken gelenekseli de eleştirir.
Öykü sonunda kahramanımız bir gazinoda sohbet eden bir kadın grubuna kulak misafiri olur. Eşi öldükten sonra Ayşe Hanım çile çile yünleri sararak Hüseyin Avni Bey’in fotoğrafları ile konuşur. Bir kadını kendine böylesine bağlamanın sırrını da beraberinde götürür Hüseyin Bey.
EŞİK, GERİLİM ve BİZE Kalanlar
Adapazarı yani taşrada doğup, eğitiminin bir süresini Avrupa kentlerinde geçirmiş daha sonra İstanbul ve Burgaz Ada hattında yaşayan Sait Faik yaşamın içinde barındırdığı tezatlıklar ve bunların yarattığı gerilimi ustaca geçirir okuyucuya. Kent-kırsal, sade-mütevazı, yaşam-ölüm gerilimi Kameriyeli Mezar’a giden yolda ve içinde bizzat vardır. Bütün bu şehir-taşra-ada üçgeninin gerilimi ve eşik duygusu öyküde açığa çıkar ve öykünün her yerine serpiştirilir. Hayattaki gerilimleri ustaca veren Sait Faik öyküde, çiçeklerin yaşam döngüsünden, artık cam kırıklarının suda ışıldamasından, martı yumurtalarından yüksek gerilim hattı ve ölüm tehlikesi levhasıyla aniden ayrılan ölüler diyarına geçerek mizanseni ustaca çizer.
İşte bu gerilim noktasını varlıklı ve neşeli bir çiftte, eşi yüzünden öldüğü söylentisi olan memur Muhlis Bey’de ve güzel bir yaşamdan sonra eşini kaybedince onun fotoğraflarıyla konuşan deliliğin tekinsiz kıyılarında gezinen Ayşe Hanım’da hissederiz.
Kameriyeli Mezar yaşamın acımasız ve her an ölüme geçebilecek anlamsız yüzünü çevirir okuyucuya. Bir anlamda belki de bütün bu anlamsızlığa karşı doğallığınızı, yabaniliğinizi kaybetmeyin demek istemektedir. Bütün gerilimlerin, uçların aslında tek bir kaynaktan dağıldığını biliyordur Sait Faik. Bakar ki her şey olması gerektiği gibi bütün bu anlamsızlığa karşı delirmemek için yazar, yaşar ve sadece yazar. Burada Alman dilinin büyük yazarı Hermann Hesse’e kulak vererek bitirelim:
“Bizler yaşamın acımasızlığını ve ölümün kaçınılmazlığını sızlanıp yakınarak değil, bu umarsızlığın tadını çıkararak kabullenip benimsemek zorundayız. Ancak doğanın tüm iğrençliğini ve anlamsızlığını benimsedikten sonra bu hoyrat anlamsızlığın karşısına dikilip ona anlamlı bir nitelik kazanmaya zorlayabiliriz.”
Kaynaklar
Lüzumsuz Adam – Sait Faik Abasıyanık – Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Cogito – Walter Benjamin Özel Sayısı – YKY
Hermann Hesse – İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez – YKY
Thomas Bernhard – Neden