“Yaşamımda ölümüm, ölümümde yaşamım, ölümü ise mutluluk sayarım.” demiş Hallac-ı Mansur… Ondan yaklaşık iki yüz yıl sonra, “Bağışlayan bağışlanır, ölen gerçek yaşama doğar.” diyerek, asırlardır ölüme biçilen mana kaftanına bir ilmek daha atmış Assisili Aziz Francesco…
İnsan denen fâni varlığın doğduğu an’dan itibaren bir son’a doğru ilerliyor olması, o son’u, insan için çokça fikredilmesi gereken bir mesele haline getirmiştir. Varlığın yokluğa dönüşme süreci ve bir canlıyı, cesede, dolayısıyla tepkisiz bir imgeye dönüştüren mutlak sır irdelenmiş ve insan bu sırdan fışkıran merak kudretiyle kendi manasına yönelmiştir. “Ben neyim, neden varım ve beni bekleyen son’un ötesinde benim için gizlenmiş olan nedir?” gibi sorular tarih boyunca insanın manevi hissiyatını beslemiş ve insan adeta mutlak bir son’a hazırlanmak için her an yeniden doğmuş gibi olmaya tevessül etmiştir.
Kendi iç dünyasını imar edebilen tek varlığın insan olması ve onda bulunan şuur kuvveti, insanı zamansal bir nesneden, bilincini şekillendirebilen bir canlıya dönüştürmüş ve insan canlı olmasından ziyade, kendisine verilen can’ın sınırlı olmasından dolayı dünya üzerine imzasını atmaya muktedir olmuştur. Kendisi için, geçiciliği malum bir dünya üzerinde kalıcı bir eser bırakmanın onurlu hazzını elde etmek isteyen insanoğlu, mağara duvarlarından, kanvas tablolara, inancının manevi fısıltısından, düzenli seremonilere uzanmış, kalıcılığını kendi eliyle imar etmeye çabalamıştır.
Bir de insanın ölümüyle, yani mutlak sonuyla bu dünyaya bıraktığı eserler vardır ki, mezarlıklar bu eserlerin adeta teşhir alanı ve müzesidir. Prehistorik dönemlerde ev içine gömülmeye başlanan ölüler, sonraki dönemlerde, ölmüş olanı, ölecek olanlara ilan etmek için dikilen taşlarıyla şehirlerin içine görülmeye başlamıştır. Mezar taşları ve ölüme bir ifade kazandırma hassasiyeti, insanın mana dünyasında inanç tarihi kadar eski bir “merkez” anlayışının ürünüdür.

Eski Çağ’da ölü kültü, coğrafi ve kültürel gibi konjonktürler ile farklılık gösterse dahi, mana olarak bir bütünlüğün ve aynı spiritüel anlayışın bir tezahürüdür. Orta Asya’daki Balballar’dan, bir mezarlık örneği olarak nekropolislere kadar ölüm, sosyolojik ve psikolojik çerçevelerden, kimi zaman kaygı, kimi zaman bir kurtuluş reçetesi olarak görülmüş ve insan onu kimi zaman özlemiş, kimi zaman ise ötelemiştir. Örnek olarak dinler tarihi perspektifinden baktığımızda, İslam dininde mühim bir merkez olan Kâbe tüm semavi dinlerin atası sayılan İbrahim peygamberin eşi Hacer’in defnedilmiş olduğu bir merkezdir. Hristiyanlığın ilk yıllarındaki katakomplar, sonraki devirlerde azizler adına inşa edilen martyriumlar (şehitlik), Bizans’taki paraklessionlar (mezar şapelleri), Selçuklu’dan, Osmanlı’ya uzanan hazire ve türbe kültürü, insanoğlunun ölüm üzerindeki seyahatinin ve kendi ruhsal topoğrafyasının bir haritasıdır adeta.

Ölümün katı ve soğuk iklimine, ılık bir mana ışıltısı bahşetmek isteyen ve son’un ebedî kutsiyetini kendi bedeninin son’una mutabık kılmaya çalışan insanoğlu, ölümünün sonrasında, kendi toprağının başucundan göğe uzanacak taşları geleneğin getirdiği bazı semboller ile süslemiş ve bedeninin ölümü sonrası ruhunu bekleyen âlemi, kendi varlığının sonuyla taçlandırmıştır. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerindeki mezar taşlarının ihtiva ettiği semboller bir hayli zengindir.
İslam dininin estetik algısında gelişen hat (yazı) sanatı, mezar taşlarını süslemiş, aynı zamanda hayat ağacı, nar ağacı, üzüm salkımları, rumiler, palmetler gibi bitkisel motifler ile özellikle Selçuklu’daki Mühr-ü Süleyman motifleri kendilerine münhasır manalar ile Osmanlı medeniyetine kadar uzanmıştır. Selçuklu medeniyetindeki abidevi Ahlat mezar taşları, bugüne kadar korunmuş nadide Selçuklu eserleri olması sebebiyle kıymetli ve incelenmesi elzem yapılardır. Özellikle Bursa ve İstanbul’daki mezar taşlarında yaptığımız okumalar neticesinde, Osmanlı medeniyetinin 15. ve 16. yüzyıllara tekabül eden mezar taşlarında Arapça ve Farsça yazılmış, biraz daha küçük ve sivri bir kompozisyon teşkil eden eserler görünse de 17. ve 18. yüzyıllara ait mezar taşlarında, başlıklar kadın ve erkeği ayırmak ve toplumsal statüyü belirlemek için ehemmiyet kazanmış ve dil sadeleşmiştir. Kadın mezar taşları genel anlamda sivri form ve üzerlerindeki süslemeler ile betimlenirken erkek mezar taşları bazı başlık çeşitleri (kâtibi, veziri yahut tarikat başlıkları) ile tasnif edilmiştir.

19. yüzyılda ise barok üslubunun gelişerek, mezar taşlarında süslemeler ile kendisini göstermeye başlamasının yanı sıra antropomorfik (insan biçimci) kompozisyonlar da görülmeye başlanmıştır. Ayrıca bu dönemde bazı mezar taşlarında yer alan manzum şiirler, ebced hesabı vasıtasıyla ölen kişinin ölüm tarihini de vermekte ve edebiyat ile birlikte eskilerin deyimiyle riyâziyyât yani matematik ilmini de harmanlayan bir kültürel reaksiyonu bizlere sunmaktadır.
Genel manada mezar taşlarına verilen “şahide” ismi, şahitlik ile aynı kökten gelmekte olup, “şehit” kelimesi de bu kökten türemiş bir kelimedir. Hristiyanlıkta azizler için inşa edilen martyriumlar da kelime kökü olarak Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’tan gelmektedir ki, etimolojik olarak bu benzerlikler geleneğin içindeki birliğin en berrak ve modern çağ ile bulanmamış tecellilerinden biridir.
İnsanlık tarihi ile mündemiç bir seyirde ilerleyen ölüm tarihi, kendi sanatını “son” mefhumundan var ederken, kültürel farklılıklar gösterse dahi özünde, insanın estetik algısını fâniliğin acizliği ile yoğurmuş ve geleneğin geniş sahasında kendisine mühim bir yer edinmiştir.