Epilepsi hastalarının, kriz geçirmeden hemen önce duyduğu o pis kokuyu duyuyordum. O an; ölü bir balinanın karnından çıkan, sekiz aylık hamile bir kadının cesedi kadar dehşet vericiydi. Soluk alamayan solucanın, astronot olma hayali kuran karıncanın, yürümeye çalışan ağacın bütün endişelerini taşıyordum. Peki neden? Çünkü kanadı kırık kuşlar, şanslarını yüzerek denemeye kalkmıyordu. Yahut ahu gözlü ceylan, ot yemekten bıkıp, “artık kuş etiyle besleneceğim” demiyordu. Oysaki benim çevremdeki insanlar bana “hayat devam ediyor, başka birini bulursun” deme cesaretini gösterebiliyordu.
Merhaba arkadaşlar, benim adım Muhittin. Size şimdi anlatacaklarımı iyi dinlemelisiniz. Çünkü anlatabileceğim başka birini bulamadım. Her zaman bu kadar açık sözlü biri de değilimdir. Ama bu konu önemli benim için, bu yüzden size karşı dürüst ve olabildiğimce açık olmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz.
26 Aralık günü, gümbür gümbür yağan bir yağmurla uyandım. Pencerenin buğusunda titreyen damlalar, bulutların ne kadar da kızgın bir savaş içerisinde olduklarını gösterir nitelikteydi. Tek odadan oluşan kiralık dairemde o sabah yataktan çıkıp da hayatın hengamesine atılmak istemiyordum. Fakat rutubetli ev sahibem kapımı çalınca mecburen kalkıp üzerime bir şeyler geçirdim ve kapıyı aralık bırakacak şekilde açtım.
-Muhittin bey, hasta falan değilsiniz ya, bir saattir kapıyı çalıyorum…
-Hayır, hayır hasta falan değilim Ç Hanım, buyurun ne istemiştiniz?
-Sizi merak ettim. Kaç gündür hiç görünmüyorsunuz. Geçen gün aşağıdaki mahallede evin birine hırsız girmiş ve aman Allah’ım yeni evli karı kocanın boğazlarını kesip bütün altın ve paralarını alıp kaçmış!
-Merak etmeyin Ç Hanım, ben iyiyim. Hem biliyorsunuz ki pek bir mal varlığım da yok. Ayrıca, hırsızların evime girip boğazımı kesecekleri kadar şanslı biri de değilim.
-Muhittin Beyciğim, böyle şakalar yapmayın lütfen. Biliyorum acınız daha taze fak…
O yaştaki bir kadının suratına kapıyı kapatmayı bende istemezdim. Lakin sırf haklı olduğu için böyle bir şey yaptım. Yani gerçekten de “acım daha taze” belirsiz bir süre yalnız kalmak istiyordum. Benim gibi bir insanın yalnız kalması, fi tarihindeki insanların epilasyon yapması kadar zordur. Eroinmanlar kadar kötüydü durumum aslına bakılırsa fakat bakılmak şöyle dursun, göz teması bile kurulmuyordu.
Ailemi sevmeye yeni başladığım zamanlarda, trafik kazası ilk darbeyi vurmuştu. Sonra bir kız vardı anaokulunda, hani şu ileride bütün okul, mahalle, iş arkadaşlarının kesin aşık olduğu lakin mankafalı birine varan tiplerden. Aşk acısını da işte ilk defa o zamanlar çekmiştim. Aslında şimdi düşününce benim sevdiğim insanlar ya ölüyorlar yahut evleniyorlar. Hiçbir zaman da bu ikisinin birbirinden ne farkı olduğunu ayırt edememişimdir. Benim hayatım, zirveye yürüyerek değil de koklayarak çıkmaya benziyor. F’nin benden ayrılması da bu nedenden ötürü sanırım. Yoksa ayaklarımın taraklı, burnumun kemerli, saçlarımın seyrek, böbreğimin eksik, yüzümün asimetrik “Nasıl bir tipim varmış lan harbi benim!” olduğundan değildir diye düşünüyorum. A ve K adında iki çocuğumuz olsun istemiştim. Lakin ola ola yine nur topu gibi bir yalnızlığım olmuştu. Velhasıl kelam, çölde soğuk su bulan Bedevi’nin aklına ilk gelen kutup ayısı teoremindeki ayı gibi benim de aklıma o yalnızlık ortasında yapayalnız ölmek vardı.
22 Aralık günü intihar etmeye karar vermiştim. 361 gün sonraya randevumu almıştım ve o süre zarfı içerisinde ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Evet, evet yapmak istediğim şeyler şunlardı; bilmediğim şarkılar dinleyip, bilmediğim yerlere gidip, bilmediğim insanlarla sevişip, bilmediğim dillerin, bilmediğim yalanlarını, acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını, kederlerini, saçmalıklarını dinlemek istiyordum.
Hayatın tadını ancak bu şekilde çıkartabilirdim. Lanetlenmiş kaplumbağanın yavaşlığı ve üşengeçlikte Nirvana’nın tozunu yutmuş koalanın bütün yönlerini barındırdığım halde, ekseriyetle yapacaklarım bunlardı.
Üzerimi giyip sokağa fırlamak, rastgele birini bulup, yolun ortasında dudaklarına yapışmak gibi delice bir hissiyata kapılmıştım. Beynimde Beethoven’ın 9. senfonisinin 4. bölümünün girişi çalıyor, tıpkı “Otomatik Portakal”daki “Alex” gibi hissediyordum kendimi. Ölümün soğuk yüzünü, yaşamın sıcak yüzüyle aynı potada eritmişliğin ve Nostradamus’un çokbilmişliğinin verdiği heyecanla bir anda çırılçıplak dairemden çıkıp, giriş kapısına bir an evvel varabilmek için 3er 5er merdivenlerden seke seke indim ve kapıyı açıp karşı kaldırımda gördüğüm U’ya doğru koşmaya başladığımda.. COOOOR GÜÜÜÜÜM!!!
Acı bir fren sesiydi son duyduğum şey… Gözlerimi açtığımda karşımda duran babamı ve annemi hatırlıyorum. Ölüm garip bir şey, evlilik ise daha garip.. Hem ölü hem de evli olmaya gerçekten dayanamazdım. Bu yüzden, ölmeden önce evlenmediğim, evlenmeden önce öldüğüm için mutsuz sayılmam. Hem cehennem de Palahnuik’un tasvir ettiğinden daha güzel bir yermiş. Sadece anne ve babamın ışığa, benim ise karanlığa doğru gitmemi saymazsak.