‘Bütün dünya bana bir yaşama borçlu’ diyordu Yusuf Atılgan’ın ‘Yaşanmaz’ öyküsündeki anlatıcı. Öte yandan ‘Yaşamanın derimle değinimini tasarlamak bile güç. Ama demin, onunla omuz omuzayken bir ara yaşadığımı anladım galiba.’ Diye hayıflanıyordu Vüs’at O Bener’in ‘Yaşamasız’ öyküsündeki anlatıcı.
İki yazar, iki öykü, iki ayrı yaşama uğraşı!
Vüs’at O Bener’in Yaşamasız öyküsünü okumaya başlıyorum. Bener’in Dost öyküsüne benzer bir konu ile başlıyor öykü. İçinden çıkılamayan, tam olarak karar verilemeyen bir yasak aşk hikâyesi. Fakat Dost öyküsüne nazaran daha çok içe dönük, kapalı bir anlatıma sahip Yaşamasız öyküsü. Öyle ki bir önceki kitabı Dost’taki öykülerde anlatı bir simgeselliğe sahip olup, daha somut konular ile devam ederken, Yaşamasız kitabındaki öyküler, anlatıyı ön plana çıkarıp, daha soyut öykülerle devam ediyor. Bu bakımdan Yaşamasız öyküsü de kitaptaki bu anlatının en iyi örneklerinden biri oluyor.
Birinci tekil anlatımla başlayan öykü, anlatıcının yarım kalmış bir aşk hikâyesini anımsaması ile başlıyor. Bu anımsamasını sağlayan da geçmişte bir ilişki yaşadığı evli kadının, kocasıyla karşılaşma anı ile gerçekleşiyor. Burada bir parantez açmak gerekir. Vüs’at O Bener, elli kuşağı yazarları arasında Dost öyküsü ile farklı bir anlatı çabası zorladığı için, dikkat çeken bir isim olmuştu. Elli kuşağı yazarlarının -en azından kendisinden önceki kuşaklara göre- öyküleri daha birey odaklı ilerlemeye başlamıştı. Vüs’at O Bener, birey odaklı öykülerinde ise, çıtayı biraz daha ileri yükseltip, bireyin iç sesleri ile arzularını, toplumsal olarak karşı çıkılan durumları anlatmaya çabalamıştır. Bu durumun en iyi örneklerinden biri de bu yasak aşk ilişkisi konusudur.
Anlatıcının kadının kocasıyla karşılaşmasından sonra ilerleyen öyküde, sık sık geri dönüşlere şahit oluruz. İlişkisinin nasıl başladığı ile ilgili bir ipucu yoktur, asıl konuya odaklanır: bu ilişkinin nasıl bittiği konusu kafasını kurcalar. Bu durumu anlamaya ve anlamlandırma uğraşına girer. Böylece anlatıcının geri dönüşler ile anımsadıkları da çoğalmaya başlar. Fakat anlatıcının bütün bu geri dönüşlerinde geçmiş zaman ile şimdiki zaman sürekli iç içe ilerler. Bütün bu geri dönüşlerle beraber kısa diyaloglar metinde sıkışıklık yaratmaya başlar. Bu diyaloglarla da ilişkinin bitme evresi içerisine okuyucu da dahil olur.
Karşılaşma anından, hatırladıklarıyla geçmişe dönen anlatıcı, biraz daha geriye doğru gidip, çocukluğuna bile döndüğü noktalar olur. Oldukça içe kapanık olarak devam eden metinde, anlatıcı anıların neredeyse yaşanmış olup olmadığının ayrımına bile varamadığı noktalar olur. ‘Anı! Anılar galiba hep yaşanmamışlar.’
Kendi kendine bir iç hesaplaşmaya giren anlatıcı, bir yandan da kendisine göre fiziksel olarak epey büyük olduğunu gözlemlediği adamla da bir tür kıyaslamaya girişir. Bu noktadan sonra iyice kendi içinde çözülmesi zorlanan metinde anlatıcı, geçmiş ile şimdi arasında gel-gitler yaşarken, bir sonraki anda, yani o karşılaşma anından sonra neler olacağını anlama, anlamlandırma, tahmin yürütme aşamasıyla sesini iyice yükseltmeye başlar.
Bu noktada Yaşamasız öyküsü, sürekli kendi içerisinde tekrarlanan bir anlama, anlamlandırma, ya da açıklığa kavuşturma uğraşı içinde geçen bir öykü olma özelliği taşıyor. Yaşamanın, yaşadığının ayırdına varmaya çalışan anlatıcının çırpınışlarına şahit olunan bir öykü.
Yaşanmaz öyküsü, tıpkı Yaşamasız öyküsünde olduğu gibi birinci tekil anlatım ile başlıyor.
Anlatıcının yumruk yedikten sonra, yerde yatarken başına toplanan insanların kendi arasında konuşmalarını bize aktarmasıyla öykü sert bir giriş yapıyor. Bu noktada yediği yumruğu düşünen anlatıcıya elini uzatan biri çıkıyor ortaya. ‘Ben Ali’yim’ diyor. Anlatıcının dalgın hali ve sürekli olarak geçmişe dönük anımsamaları da bu noktadan sonra başlıyor.
Ölmeye karar veren, aynı gün içinde kendini öldürmeyi planlayan anlatıcının neden böyle bir karar aldığını ya da neden böyle bir karara sürüklendiğini sık sık yaptığı geçmişindeki anımsamalarla beraber anlatmaya çalışan bir metin ile karşı karşıya kalıyoruz. Sözgelimi çocukluğundan bu yana ötekileştirilmesi, neredeyse hayatı boyunca bir kadın ile tanış(a)maması, bir iletişimsizlik içerisinde dönüp duran hayatının yaşanmazlığını okuyucuya aşılamak, anlatmak isteyen, ciddi bir metin olduğunun ayırdına varmamız ise uzun sürmüyor.
Öyküdeki anlatıcının Vüs’at O Bener’in Yaşamasız’ındaki anlatıcıyla benzer bir yönü de burada ortaya çıkıyor. İki karakterin de kendi iç hesaplaşmalarıyla meşgul olurken bir yandan da dışarıda akıp giden yaşama ayak uydurma çabalarını gözlemliyoruz. İki karakter de sık sık geçmişe dönüp, anımsadıklarıyla bir hesaplaşma içine giriyor, fakat burada ayrıldıkları bir nokta ortaya çıkıyor: Yaşamasız’daki anlatıcı, geçmişle hesaplaşırken, kendince anılarla yüzleşip bir çıkış yolu arıyor, Yaşanmaz’daki anlatıcı ise, büsbütün geçmişi ile savaş halindedir, neredeyse o geçmişe boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Öykünün başlangıcında anlatıcıyı yerden kaldırıp, sorgusuz sualsiz, evine davet eden ve yarasına pansuman yapıp onunla ilgilenen Ali karakterinin anlamı da burada devreye giriyor. Anlatıcıyla ilk konuşmasında sözgelimi ‘benim adım Ali’ demekten ziyade, ‘ben Ali’yim’ demeyi uygun bulan karakter, sürekli bir yıkıntı hali olarak, kötülüklerle çevreli bir dünyanın içinde olduğunu düşünen anlatıcının hayatının aksine Ali’yi, sözlükteki bir diğer anlamıyla: ‘yüce’ bir hayat tasvirini okuyucuya ileten bir metafor olarak algılamak yanlış olmaz sanırım.
Yusuf Atılgan’ın bir tarafta yaşamanın anlamsızlığı ile boğuşan, karanlık bir anlatıcı portresi, diğer taraftan yüce bir hayatı temsil eden diye tanımlayabileceğimiz Ali karakterini çizmesi ile bir açmaza sürüklediği öykü, nitekim artık yaşanmayan, daha doğrusu yaşanmaz bir hayat ile son buluyor.
Kaynaklar:
Vüs’at O Bener, Dost/Yaşamasız (Yapı Kredi Yayınları-8.baskı, Ağustos 2016)
Yusuf Atılgan, Bütün Öyküler (Yapı Kredi Yayınları-12.baskı, Ekim 2013)