” – Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? (…) İstemem! Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım? İstemem! Eksik olsun!
Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli? Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli? İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret! Eksik olsun!
Ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? Eleştiriden mi çekinmeli? “Adım Mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı? İstemem! İstemem! Eksik olsun! Korkmak, tükenmek, bitmek… Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
İstemem! Eksik olsun!
İstemem! Eksik olsun!
Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek… Tek başına… Özgür olmak… Dünyaya kendi gözlerinle bakmak… Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak… Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak… Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek, İsteyince Ay’a bile gidebilmek. Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek…”
Mayıs ayında yayın hayatına başlayan PAZ edebiyat dergisinin haziran ikinci sayısının kapak teması Cyrano de Bergerac’ın ünlü tiradının unutulmaz cümlesine vurgu yapıyor; “İstemem eksik olsun”. Ve elbette ilk sayıda olduğu gibi kapak yine Filiz Mungan imzası taşıyan, bu defa bir Bergerac çizimi ile desteklenmiş. Dergi; tüm detaylar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, tasarlanmış kapak ve içerikle okuru edebiyata davet ediyor.
Ve böyle güzel edebiyat işlerini hep ‘isteyelim ki, eksik olmasınlar!’ dedirtiyor.
Tüm ekibi kutluyor nice sayılara diyoruz.
Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İsterseniz sondan başa doğru gidelim.
*Octavio Paz’a selam eden bir derginin aynı zamanda “barış” anlamına gelmesindeki metaforik anlatımı neye bağlıyorsunuz?
Tevafuk. Tesadüf, yani rastlantı değil ama birbirine denk, uygun gelme durumu daha çok. Octavio Paz’ın bazı kitaplarını Türkçede basabilir miyiz diye laflarken, “paz” kelimesinin İspanyolcada “barış” anlamına geldiğini bilen muhatabım bunun çok güzel bir yayınevi ismi olacağını söylemişti. Daha o zaman ortada bir dergi çıkarma fikrimiz bile yok tabii. İşte bu nedenle vuku bulan şey kelimenin tam mânâsıyla bir tevafuk. Bireysel kaderimle içinde yaşadığım toplumun yazgısının kesiştiği trajik bir noktada yayınevinden edebiyat dergisine, Octavio Paz’dan barışa pek çok şeyin üst üste ve birbirine denk gelmesi, yani tevafukla tıpkı canlı bir metafor gibi düşünceyi yeni ufuklara taşıyabilecek coşkuda nur topu gibi bir PAZ’ımız oldu. Söylediği şeyden daha fazla bir şey işaret etmesi veya kastetmesi mânâsında PAZ’dan iyi bir metafor bulamazdık. Ve edebiyat tam da budur. Hiçbir sıfata, zihni kastre edilmiş tek meziyeti kerameti kendinden menkûl edebiyat eleştirmenlerinin bolca gözümüze soktuğu “nitelikli” gibi kokuşmuş bir sıfata ihtiyaç duymadan edebiyat, daima söylediğinden fazlasına işaret etmeye cüret etmiştir. Aksi takdirde edebiyat, edebiyat ol(a)mazdı.
*Octavio Paz önemli bir şair olduğu kadar değerli bir deneme yazarı ve çevirmen aynı zamanda. Gökhan Yavuz Demir’in deneme yazılarını biliyoruz peki şiir?
Ben de her genç adam gibi lisede şiir yazmayı denedim ve yazamadığımı anladığım anda da yazmayı bıraktım. Eskisi kadar şiir okuyamıyorum ama hâlâ kendimi yalnız ve bezgin hissettiğimde mısralarında teselli bulacağımdan emin olduğum acil durum şairlerim var. Fakat giderek Rilke, Blake, Hölderlin, Novalis, Coleridge gibi beni tefekkürün veya hakikatle bir tecrübenin eşiğine atıp kaçan büyüklerin yazdıklarının dışında şiir okuyamıyorum. Kavafis, Neruda, Lorca, Nâzım Hikmet ve Attilâ İlhan hayatımın her döneminde aynı tutkuyla okuduğum şairler oldular. Octavio Paz büyük bir şair, büyük bir edebiyatçı ve büyük bir denemeci olduğu kadar büyük bir filozoftur. Paz düşüncenin en estetik halidir. Octavio Paz’ın adının ardından, akademik üslubun kuruluğunu hasbelkader aşmış metinler kaleme almaktan başka bir şey yapmamış bir adamın adının şiirle birlikte zikredilmesi oksimoron bile olamayacak kadar tuhaf. Dünyayı, hayatı, hakikati, varoluşu şair olarak tecrübe etmek diye bir şey var ki Gökhan Yavuz Demir olarak ben bunu ancak başka ölümlüler gibi okuduğum kadarıyla bilebiliyorum.
*Derginin mottosunun sizin ilk sayının “Başlarken” bölümünde de belirttiğiniz gibi “Bugün Düşen Yarın Kalkar” cümlesi olduğunu ve bunun tek sayı için değil, bütünde ve devam edecek sayılar için de söylemenin yanlış olmayacağı kanısındayım. Nitekim ikinci sayının da cümlesini rahatlıkla ekleyebiliriz. Peki PAZ dergisi okuyucuya ne vaat ediyor?
Mahzun yüzlü şövalyem sadece Alexandre Dumas’nın Edmond Dantes’sinin değil aynı zamanda Nietzsche’nin üst-insan’ının da ilham kaynağıdır. Yani demem o ki Don Quijote bütün zamanların kahramanıdır. O yüzden de “Bugün düşen yarın kalkar” ifadesi hem bütün çağların adalet ve hak mücadelesine girişmişlerinin hem de PAZ’ın bütün sayılarının mottosu, şiarıdır. Edmond Dantes gibi Cyrano de Bergerac da İhtiyar balıkçı Santiago da Örümcek Adam da Rocky Balboa da Mösyö de Pardaillan da Don Quijote’nin çocuklarıdır. Dolayısıyla birinin “Bugün düşen yarın kalkar” demesiyle diğerinin “İstemem eksik olsun” veya “Âdemoğlu yok olabilir ama asla yenilmez” demesi arasında bir fark yoktur. Adil olmayan bir kavgada zarafetini kaybetmeden dövüşmeye devam eden herkes buna benzer bir çığlık atabilir: “Bu da geçer ya hû!”
PAZ elinde sadece kalem olan bir avuç haricînin, sivil itaatsizin, cüzzamlının, hem siyasî hem de entelektüel ve edebî iktidarlara karşı kazanıp kaybetmeyi hiç dert etmeden kavgaya girişmiş Don Quijotelerin Cyrano de Bergeracların Mösyö de Pardaillanların çıkardığı mütevazı ve cüretkâr bir edebiyat dergisidir. Edebiyatın ezberbozan, haz veren, okuruna tepeden bakmayan ama asla okurunun beğenisine de teslim olmayan karakteristiğine sadık bir dergi olarak da okura vadettiği tek şey edebiyattır: Başka hiçbir sıfata ihtiyaç duymayan edebiyat. Bugün kaptıkları ve kapattıkları köşelerinde kendilerini tehlikede hisseden hokkabazların, kerameti kendinden menkûl edebiyatlarını “nitelikli,” “derin” veya “hakiki” diye nitelemelerinin aksine PAZ, tıpkı bütün ataları gibi popüler olanla kanonik olanı birleştirmekten ve edebiyatın sınırsız ufku içinde sınırları zorlamaktan başka hiçbir sıfata ihtiyaç duymadığı gibi kimseye de edebiyattan başka bir şey vadetmiyor.
*Derginin illüstrasyonlarının büyük bir kısmı eşiniz Filiz Mungan imzası taşımakta. Bu soruyu Filiz Hanım’a sormak istiyorum. Mungan Art adında bir de sanat atölyeniz var. Bu atölye aynı zamanda sosyal medyada “Sokak hayvanlarına adanmıştır. ” sloganıyla yola çıkmış. Bize atölyenizden ve çıkış sloganınızdan bahseder misiniz?
Mungan Art&Design’ın amacı kimsesiz ve terk edilmiş hayvanların varlığına ve yaşam haklarına sanat aracılığı ile dikkat çekmek ve onlara katkı sağlamak. Başlangıçta bir sanat atölyesi açma planım yoktu. Hobi olarak kendi köpeklerimin fotoğraflarını çekip arşivliyordum. Sonra sokaktaki kimsesiz hayvanların fotoğraflarını çekmeye başladım. Daha sonra sahiplendirdiğim veya yolumun kesiştiği hayvanların fotoğraflarını çektim. Bu fotoğraflardan “Misafirlerim” adını verdiğim bir klasör oluşturdum. Daha sonra evimdeki ofisimde bu fotoğrafları resmetmeye başladım. Ofis resim atölyesine dönüştü. Elimde bir sürü hikâyesi olan sokak köpeği veya kedisinin resmi vardı. Ve bir arkadaşımın teşvikiyle resim sergisi açmaya cesaret ettim. Sevginin Katıksızı adı ile gelirini sokak hayvanları için kullandığım ilk sergimi 2015 yılında Bursa’da açtım. Aynı konseptteki ikinci sergimi de 2016’da Eskişehir’de açtım. İki sergi de çok güzel geçti. Hobi olarak başladığım şey, hayatımdaki en önemli şeye hizmet ediyordu. Kimsesiz, terk edilmiş ve var olma hakları gasp edilmiş bu canlara arzuladığım gibi dikkat çekmeyi başarmıştım. Bunun vermiş olduğu güçle eski markamı yeni bir marka ile bütünleştirdim. İç mimarlık yaptığım Mungan Interior Design’ı Mungan Art&Design olarak güncelledim. Bu marka ile kendi çizimlerimden oluşan tişört, çanta vb. hediyelik ürünlerin online satışını yapıyorum. Ayrıca hayvan dostunun resmini yaptırmak isteyenlerin resim siparişlerini alıyorum. Her sattığım ürünün % 4’ünü de sokak hayvanları için oluşturduğum kumbaraya aktarıyorum. Veya müşterimden bu miktarı herhangi bir dernek veya barınağa bağışlamasını istiyorum. Tüm bunların dışında kitap, dergi, gazete vb. yayınlar için de illüstrasyonlar yapıyorum. Edebiyat da hayatımın bir parçası sonuçta, buna da çizgimle dahil olabilmek harika bir şey.
*Sorum yine Filiz Hanım’a; Dergide görmek istediğiniz yazar kim olurdu ve onu nasıl çizerdiniz?
Sanırım George Orwell’ı Hayvan Çiftliği’ni yazarken çizmek isterdim. Orwell’ı, yazarken bir sürü çiftlik hayvanının meraklı gözlerle ne yazdığını anlamaya çalışıyorlarmış gibi başına üşüşmüş halde çizerdim. İlk aklıma gelen bu oldu.
*Filiz Hanım, romanlarda kahraman bazen bir hayvan olabiliyor -örnek vermek gerekirse Joaquim Maria Machado de Assis’in “Filozof Köpek”i- desem, çizmeyi düşünür müydünüz?
Benim severek okuduğum, hatta kendi köpeğimle birebir aynı tür ve karakterdeki bir kahramanı çizme şansım oldu. Proje ilk geldiğinde çok mutlu olmuştum. Virginia Woolf’un Flush’ını resimledim. Ama henüz basılmadı. Çok keyifliydi. Hüzünlü sahneleri çizerken gidip kendi oğlumun boynuna sarılıp duruyorum o da şaşkın şaşkın bana bakıyordu.
*Antik Yunan’da boş zaman; derinlemesine düşünmek, hakikati aramak ve estetik beğeniler oluşturmak gibi üstün değerler ile bir tutulmuş. Günümüzde ise zaman algısı hedonist bir çerçeve içerisine temellendirilmiş durumda. Dünyanın hızla McDonalds’laştığı günümüzde, kişinin kendini ve etrafını sorgulayan ve eleştiren bir bireye dönüşmesi için ne yapılabilir? Bu süreçte felsefenin rolü nedir?
Cevabı çok meydanda olan ve tam da bu sebeple çok zor bir soru bu doğrusu. Modern hayat her birimizi tüketiciye çevirmek için sürekli bireysel farklılıklarımızı, öznelliğimizi, biricikliğimizi vurgularken bunu geniş kütlelere yaydığı için birbirine benzeyen, birbirinin aynısı bir “bireyler kütlesi” ortaya çıkarıyor. Bu biricik kütle bireyleri de her şeyi tüketebileceğine, parasını vererek her şeyi alabileceğine inanıyor. Bir tür kütle kardeşliğinin klonlanmış bireyleri aynı şeyleri izliyor, okuyor, giyiyor, kullanıyor, tüketiyor ve bütün bu aktivitelerinde de kendini hep farklı hissediyor. Gerçek bir şeytan icadı! Birbirinin ayna içindeki sonsuz yankısı kütle bireyleri parasını verdiği her kitabı okuduğunda anlayacağına inanıyor ve bu nedenle de yayınevleri kendisine zorlanmadan anlayabileceği kitaplar satabilmek için çırpınıyor zaten. Yine aynı kütle bireyi, kapitalizm tarafından o kadar yüreklendiriliyor ki meselâ “içindeki kaplanı çıkar, aslanı sal” türündeki bireysel gelişim kitaplarıyla da okuyup anladığı kitaplardan bir tane de kendisi yazmaya karar veriyor ve parasını ödeyip en yakınındaki yazarlık atölyesine kayıt yaptırarak bir ânda yazar oluveriyor. Bu sonuncusu şeytanın bile aklına gelmezdi oysa!
Halbuki hem edebiyat hem felsefe bize kendimiz olmayı, kendi iç sesimizi duymayı öğretebilir. Kütle insanının o kalabalık ve gürültüde asla duyamayacağı ve olamayacağı şeyi yani. Kendin olmak; kendi sesini, üslubunu bulmak ve kendi tarzını oluşturmak dünyanın en zor işidir. Bunun için başkalarının ayak izlerinin üzerinden veya kütlenin tercih ettiği çok kullanılmaktan yıpranmış otobanlarda yürümemek; aksine hiç yürünmemiş, izin ve yolun olmadığı karanlık bir ormanda yeni bir patika açmak gerekir. Bunun nasıl yapılabileceğini yahut daha önce başkalarının nasıl yaptığını ise ancak edebiyat ve felsefe okuyarak öğrenebilirsiniz. Ve bu hiç kolay bir şey değildir. Parasını ödeyip eve götürdüğü için Heidegger’i, Nietzsche’yi, Derrida’yı hemen anlayan daha hiç olmamıştır. Ayrıca kendin olmak çoğu zaman çok can acıtıcı olabilir; kütle bunu asla affetmez çünkü. Kütle daima tek bir ağızdan aynı ezberin tekrarlanmasını arzu eder meselâ; oysa edebiyat ve felsefe işe ezber bozmakla başlar. Kişi kendi ezberlerini bozmadan anlamlı hiçbir fark yaratamayacağı gibi anlamlı hiçbir şeye de imza atamaz.
*”Edebiyat ve Felsefe”, “Ses ve Yankı” adında edebiyat atölyeleri düzenliyorsunuz. Atölye fikri nasıl oluştu. Bu tip atölyelerin edebiyata katkısını bize biraz açar mısınız? Size göre kurgu edebiyatın felsefesi nerede yatmaktadır?
İhtiyaçtan hasıl oldu. Sonuçta işsizim ve hayatta kalmam lazım. Neticede ben bir entelektüelim, yani para eden bir mesleğim yok. Bu noktada KHK mağduru pek çok meslektaşımın aksine şanslıydım. Çünkü onların bir Filiz’i yoktu. Oysa sanki bugünleri önceden gören Filiz bu atölyeleri benim için açtı, hatta beni biraz da zorladı. Her zamanki gibi feraset sahibiydi. İyi ki de öyleydi. Nitekim kitaplarda okurken hep şaşardım, meselâ Peron mağduru Borges Arjantin’de şehir şehir gezip Dante ve Shakespeare üzerine konferanslar vererek hayatını kazanmış. 2017 Türkiye’sinde “Batı Kanonu” üzerine dersler vererek hayatta kalıyorum. Hayatın bir mantığı varsa, bu olsa olsa ironik bir mantıktır.
Bu atölyelerde parasını ödeyen herkesi bir edebiyat bilgesine dönüştürmüyorum elbette veya sertifika vermiyorum. Öğrencilerime onları incitmeden daha iyi birer okur kılmak için hiç görmedikleri ve bilmedikleri ilişkiler üzerinden yazarları ve eserleri anlatıyorum. Bu yolculukta bazen Shakespeare’den Aleksiyeviç’e, bazen Gabo’dan Hemingway’e kendi okuma serüvenimdeki keşiflerimi paylaşıyorum. Edebiyatla daha haz veren bir ilişkinin nasıl kurulabileceği üzerine onları düşünmeye ve kanonik bağlantılar kurmaya zorluyorum. Yoksa doğrudan kendi okumalarımı dayatmıyorum. Benim bir okur olarak bireysel serüvenimin hepimizin ortak serüveni olabileceğini göstermeye çalışıyorum. Nitelik takıntılı dinozorların aksine bunu bazen de dedikodular ve edebiyatın arka merdivenleri üzerinden de yapıyorum.
Bunun edebiyata tek katkısı kütle beğenisinin aksine kendi damak tadını geliştiren okurlar yaratmak olabilir. Buna hem hevesli hem de açık öğrenciler bulmam ise sadece benim şansım olabilir. Sanırım bu şansı da iyi kullanıyorum. Toplumsal değil ama bireysel devrimlere öncülük ediyor olabilirim.
Kurgu ile gerçek arasındaki ayrıma meslek hayatım boyunca hiç itibar etmedim. Bu mânâda kurgu edebiyat ile felsefe arasında da bir nitelik farkı görmüyorum. Hatta kanonik edebiyatı en üst düzey felsefe yapma metotlarından biri olarak görüyorum. Camus veya Sartre’ı geçtim ama Hölderlin, Blake, Coleridge, Paz, Borges, Calvino veya Pessoa’dan daha felsefî olabilecek çok filozof tanımıyorum. Düşünce en üst düzeyde, artık felsefe veya edebiyat başlığı altında kategorize edilemeyecek kadar hakikatin kendisine dönüşebilir.
*Gökhan Bey, popüler kültür salgın bir hastalık gibi ilerlerken siz kitaplarınızı düşünce temelli yarattınız. Üstelik popüler kültür üzerinden para da kazanabilecekken öğretim temelli kitaplar yazdınız. “Borges’in Dediği Gibi, Anlamak İçin Yaşamak, Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği” kitapları ile okuyucuda değiştirmek istediğiniz nedir?
Kitaplarımın birer popüler kültür nesnesi olmaması benim amaçladığım veya hedeflediğim bir şey değil, bence daha çok talihsizlik. Şaka bir yana benim metinlerime de ihtiyaç ve talep var. Ama bu o kadar mütevazı bir talep ki beni daha çok para kazandıracak işler yapmaktan uzak tutuyor. Bu da benim şansım. Üniversite hocası olmanın en imtiyazlı yanlarından biri de piyasa işleri yapmaya mecbur olmamaktı. Bu sayede okurun beğenisine muhtaç, onu kaybetmekten korktuğu için kendi dönüşemeyen bir yazar olmadım. Ama elbette her yazar gibi ben de okunmak için yazıyorum. Fakat bunun için okur önünde taklalar atan diğer meslektaşlarımla yarışacak halim yok. Benim tercih ettiğim şey okuru dönüştürmek yahut okura şirin görünmek için kendimi şekilden şekile sokmak değil de daha ziyade kendi okurumu yaratmak oldu. Ben kendi okurumu yaratabilirsem sadece çağdaşlarımca değil, uzun vadede onların torunları tarafından da okunabilirim. Bunu da sessiz ve derinden yapabilirim. Yani çağdaşım yazarlar on binlerce satarken yalnızca kendi kitaplarını satarlar. Ama ben iki bin basılan kitabımın baskısını bir yılda ancak bitirebilirken kendi kitabımla beraber Chesterton, Kipling, Stevenson gibi çağdaşlarımın çok tenezzül etmediği yazarları da tanıtarak merak ettirip sattırabiliyorum. Bana da gücümü bu veriyor. Birçok sersem gibi aktüel olana odaklanmadığım için aktüel olanın değişmesiyle de yok olmaktan korkmuyorum. Yüzyıllardır okunan ve yüzyıllarca da okunacak hakiki problemler ve kanonik yazarlar hakkında yazarsanız, yani belirsizlik, adalet, Lévi-Strauss, Borges, Jaspers, Hemingway, Marquez, Cioran vb üzerine kendi fikirleriniz varsa, bugün size düşman olanların, sizi mağdur edenlerin çocukları da yarın babalarının çanak yalayıcılarını değil, sizi okurlar. Zamanın adaleti böyle tecelli eder.
*Neden Borges?
Alastair Reid’in veciz ifadesiyle, hiç Borges okumamış olmak edebî anlamda bekârete tekabül ettiği için Borges! Her şeyden önce büyük bir okur olduğu için. Borges edebiyattır. Çağdaş edebiyata yeni ufuklar açmayı başardığı için. Kendisinden önceki edebiyatı alıp kendisinden sonra bambaşka bir edebiyat olarak bize bıraktığı için. İlginç veya tuhaf olmak için hiç ucuz numaralara başvurmaz. Ama gerçek bir dil işçisi olarak kadim hikâyeleri kendine mal ederek yeniden ve yeniden yazar. Edebiyatın en kuytu köşelerine bile girip çıkmıştır. Borges okuyan her okur Borges’le beraber bütün dünya edebiyatını okur. Çünkü zaman, ben ve öteki, intikam, kıskançlık gibi edebiyatın kadim temalarını hikâye ederken de Chesterton, Shakespeare, Dante, Wilde, Coleridge, Stevenson, Papini, Poe’yu yazarken de her şeyi birbiriyle ilişkilendirerek aynı keyifle anlatır. İyi bir okur daima Borges okuyarak kendini şımartmayı bilmelidir.
*Filiz Hanım’a da size de yöneltmek istediğim bir soru daha var aslında. Hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. Bir süreçtir. Ancak yine de bir edebiyat, sanat ya da felsefe dönemi yahut akımı seçseydiniz bu hangisi olurdu?
Filiz Mungan: Benim için “empresyonizm” olurdu. Çünkü empresyonizmde her şey sanatçının duyumuna bağlı olarak anlatılır. Özgürlüğün sembolüdür bence.
Gökhan Yavuz Demir: Bu yaşıma kadar öğrendiğim şey şu oldu. Hangi akımı tercih edersem edeyim varoluş sancılarımı, buhranlarımı, yalnızlığımı, hiç dinmeyen hüznümü, kırılganlığımı, öfkemi ve inadımı da yanımda götüreceğim için hiçbir şey değişmeyecek. O vakit tercih edilecek tek bir seçenek var. O da hızla dönüşen, değişim sancılarıyla kıvranan, hem yıkım hem de yaratım sürecinin çekiç sesleriyle çınlayan bir toplumu, içinde savrulurken anlamaya ve anlatmaya çalışan en uygun eseri kaleme almak. 19. yüzyılda Balzac veya Marx’ın yanında yahut 1960’larda El Boom kuşağı içinde Gabo, Fuentes, Llosa ve Cortazar ile beraber olsaydım da yapacağım buydu. Şimdi bunu 2017 Türkiye’sinde yapmak zorundayım. Bu benim kaderim ve ben de kaderimden razıyım.
*Roman Kahramanları dergimizin her sayısında yazarları ve seçtikleri roman değişse de hiç değişmeyen bir dosya konusu var “Okurun Roman Kahramanları” dosyası. Okuru romana müdahil ettiğimiz bir dosya. ‘Keşke sonu böyle olmasaydı” dediğimiz romanların sonlarını ellerinde olsa nasıl değiştirirlerdi diye sorduğumuz yazarlara, yeni kurgusu ile yeni bir son yazdırdığımız bir dosya.. İkinize sorsak peki, sonu keşke böyle olmasaydı dediğiniz roman hangisidir ve neden?
Filiz Mungan: Ben Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabındaki sonu değiştirmek istemiştim. Ama bu isteğimden tamamen Saramago sorumlu 🙂 Ölümün bir türlü gelmediği ülkede ölememenin getirdiği sonuçları, mücadeleyi hatta ahlâkî çöküşü Saramago o kadar güzel anlatıyor ki kitabı ölüm ne zaman gelecek, gelsin artık diye bir solukta okuyorsunuz. Fakat kitap başladığı gibi bitiyor.
Gökhan Yavuz Demir: Kitapların sonunu anlattığım için yakın çevremde “spoiler veren adam” olarak tanınsam da şunu çok net söyleyeyim ki romanların sonuyla hiç ilgilenmem. Bu nedenle de sonunu bildiğim bir filmi izlemekten yahut romanı okumaktan hiç gocunmam, şikayet etmem. Modern zihnin bir sona takıntılı olması, romanın veya hikâyenin sonundan daha fazla bir şey, bir süreç olduğunu görememesini de hayli tuhaf buluyorum. Yani Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un sonunda Robert Jordan ölmese yahut hem Jordan hem de Maria ölse ne değişir? Romandan aldığınız hazda herhangi bir artış veya azalış olur mu? Kafka ve Pessoa gibi neredeyse hiçbir metnine son yazamamış yazarları ne yapacağız meselâ? Daha da iyisi Gabo gibi Kırmızı Pazartesi’de daha ilk paragrafta romanın sonunu söyleyen yazarlarla ne yapacağız? Gerçekten sonlarla ilgilenmiyorum. Başlangıç veya o sona doğru giderken yazarın izlediği rota daha çok ilgimi çekiyor.
*Peki bu soruyu kendi eserleriniz boyutunda ele alırsak kitaplarınıza yeniden baktığınızda keşke şunu da ekleseydim ya da bu kitapta bunu da anlatsaydım veya değiştirseydim dediğiniz unsurlar var mı?
Hiçbir kitap bitmez. Üzerine adımızı yazıp yayınevine teslim ettiğimiz metinler aslında bittikleri için yayınlanıyor değiller. Bir yerde artık “bitti” demek gerekiyor. Ama bu asla o metnin nihai anlamda tamamlandığı anlamına gelmiyor. Kitaplarım yazıldıkları tarihteki sınırlarımı yansıtıyor. Ama ben okumaya ve düşünmeye devam ettim; değiştim. Elbette bugün yeniden yazsam pek çok şeyi değiştiririm. Meselâ bir doktora tezi olan Dilin Belirsizliği benim aynı zamanda yazarlığı öğrendiğim ilk metnim. Oysa bugün insanın 40 yaşından önce bir doktora tezi yazmaması gerektiğini savunuyorum. Fakat insan bir noktada elindeki metinle vedalaşmayı ve onu tamamlayıp yayınevine teslim etmeyi bilmeli; aksi takdirde hiçbir şey yayınlayamaz, çünkü bunun bir sonu yok. Belki de en iyisi insanın yayınladığı kitabı bir ân evvel unutup yazacağı kitaba yoğunlaşması. İnsanı nasıl okuduklarından çok okuyacakları heyecanlandırıyorsa, beni de asıl motive eden şey yazdıklarım değil, yazmayı tasarladıklarım. Bir metni bitirmek değil yazıyor olmak keyiflidir.
*Roman hazırlığında olduğunuzu biliyoruz. Birikimli bir sosyologun romanını bize anlatır mısınız? Kurgu mutlaka, fakat hayal mi gerçek mi tercih ettiğiniz? Romanınızda felsefenin yerini nasıl tanımlarsınız?
Bütün ustalarım yazılmamış bir roman hakkında konuşmanın çok da hayırlı olmadığını öğütlüyorlar. Yazdığımda nasıl olsa hepimiz göreceğiz ve konuşacağız. Ortalarında bir yerde kaldığım roman üzerine bir şeyler söylemek çok da mânâlı gelmiyor. Ayrıca neredeyse bir senedir de üzerine hiç düşmedim.
Romanla felsefe arasındaki ilişkiye gelince, ben filozoflara geçit resmi yaptıran, sık sık aforizmalarla filozofları konuşturan romanlardan çok haz etmiyorum. Bu romancının felsefeyle çok amatör düzeyde kurduğu bir ilişki. Doktora tezi ile roman arasında bir fark olmalı neticede. Ama romanın derinlerine yedirilmiş bir felsefî yaklaşımın tadından yenmez. Tıpkı Hemingway’in, Dostoyevski’nin, Camus’nün, Pessoa’nın, Saramago’nun, Le Guin’in, Wilde’ın, Borges’in, Calvino’nun her metninde karşılaşabileceğiniz gibi. Aslında böyle bir felsefî bilinç veya tavır olmaksızın iyi bir roman yazılabileceğine de inanmıyorum.
*Don Quijote koleksiyonunuz olduğunu biliyoruz. Don Quijote’un ilk olarak Türkçe baskısını kaç yaşında okudunuz? Türkçe olanı saymazsak koleksiyonunuza ilk katılan hangi dilde basılmış olan Don Quijote? Ve yine en çok merak ettiğim unsurlardan biri Türkçe baskının dışında koleksiyonunuzda bu kahramanın kaç dilde yayınlanmış kitabı var?
Don Quijote’yi çok geç bir yaşta okuduğumu itiraf etmeliyim. 2009’da, yani 36 yaşında okudum. Gerçi ondan sonra dört veya beş defa daha okudum. Ama yine de bu muhteşem romanla çok geç tanıştığım gerçeği değişmez.
Don Quijote’den çok etkilenince üzerine yazmaya karar verdiğim için başka tercümelere de baktım. İspanyolca bilmeyince hayat ne kadar zor! Bu nedenle Türkçeden sonra koleksiyonuma ilk önce iki farklı İngilizce tercüme dahil oldu. Fakat o vakitler daha bir koleksiyon fikrim de yoktu. Koleksiyon fikri Bulgaristan’da Don Quijote ve modernite üzerine verdiğim bir Erasmus dersinden sonra, dinleyicilerden bir öğrencinin bana Bulgarca Don Quijote hediye etmesiyle doğdu. Sonrası çok hızlı gelişti. O zamanlar yurt dışı çıkış yasağım olmadığı için gittiğim farklı ülkelerden Don Quijote’ler topladım. Buna iş adamı, öğrenci ve meslektaş dostlarımın hediyeleri de eklenince hatırı sayılır bir Don Quijote koleksiyonum oldu diyebilirim. 20 farklı dilde yayınlanmış 30 Don Quijote nüsham var.
Yeni koleksiyonum ise Alice! Atölyeden öğrencim olan bir çift sayesinde şu anda Türkçe ve İngilizce baskılarının dışında, kütüphanemde Danca, Lehce ve Almanca Alice ciltleri var. Bakalım o ne kadar büyüyecek?
*Son olarak taze çıkmış Paz dergisinin ikinci sayısındaki konulardan ve Mungan Art’ın yakın dönem projelerinden minik ipuçlarını okuyucularımız ile paylaşır mısınız?
Filiz Mungan: En son sahiplendiğim ormana terk edilmiş köpeğimiz Fıstık’ın hikâyesini resimliyorum. Çocuklar için hikâyeyi Gökhan yazdı, ben de çiziyorum. PAZ’ın üçüncü sayısının hazırlıkları da gündemimde tabii ki. Ayrıca önümüzdeki aylarda yine bazı yazar ve akademisyenlerle belli konular üzerine söyleşiler olacak.
Gökhan Yavuz Demir: PAZ’ın ikinci sayısını siz yeni okuyor olacaksınız ama biz üçüncü sayıyı çalışmaya başladık bile. İkinci sayıda yine “Ordinaryüs Toprak Soruyor,” “Hayvan Eti Yemişler,” “Başganın Köşesi,” “Kinik Prens” ve “Söz Kuyumcusu” gibi köşeler yer alacak. Daimi yazarlarımız Octavio Paz, K. Akbaş, Ertuğrul Uzun, Yunus Anıl Yılmaz, Toprak Işık, Nazlı Karabıyıkoğlu, Süveyda, Sevim Gözay, Ali Lidar, Yavuz Çobanoğlu, Emek Erez, Melike Belkıs Aydın, Selim Bektaş ve Mehmet Sait Taşkıran yine bizlerle olacak. Bu sayının yeni yazarları arasında ise Cem Kaptanoğlu, Habib Bektaş, Hacer Yeni, Mustafa Berkay Aydın, Zeynep Şen, Deniz Depe, Mehmet Fatih Uslu gibi isimler var. İkinci sayıda Moonlight üzerine de yazı var, Hüseyin Kıran edebiyatı üzerine de. Cortazar ve Canetti hakkında yazılar olduğu gibi çağdaş Polonya edebiyatı ile Batı Ermenice yazan Berberian’ın romanları hakkında da birer inceleme var. Hikâye ve şiir dışında okurlarımızı bir de yeni bir köşe bekliyor: Ters Köşe. Gerisi de sürpriz olsun. İyi okumalar…
Sizlere bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bir dahaki söyleşimiz umarım romanınız üzerine olur.