Kıyılar, vapurlar, balıkçılar, kahvehaneler, ormanlar, bazı aylak kimseler, üçüncü mevkiden birileri, şehre sırtını dönenler, cebinde ipekli mendil taşıyanlar, dülger balığı, Robenson, kestaneci, aksayan martı, Ayten, bir kısım mahalleli, Semaver ve tepemizde elbette Son kuşlar gidiyoruz. Nereye mi? Burgaz’a elbette, Sait Faik’i ziyarete.
Şapkasının altında güneşten kısılmış gözleri, saçlarında parıldayan bir kumsal, teknelerin berisinden bizi yıllardır selamlayan Sait Faik Abasıyanık 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldi. 1925 yılında İstanbul Erkek Lisesi’ne kayıt oldu, Bursa Erkek Lisesi’nden mezun oldu. Bir süre İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji okudu fakat babasının isteği üzerine bu bölümü tamamlayamadan iktisat eğitimi almak için İsviçre’ye gitti. 1931-1935 yılları arasında Fransa’da yaşadı.
Yurda döndüğünde bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı. Yine babasının talebiyle ticaretle de ilgilendi ancak bu girişimlerin nihayetinde geçimini sadece yazı yazarak temin etmeye karar verdi. Burgazada’daki evlerinde annesi ile yaşamaya başladı. 1953 yılında Amerika’daki Mark Twain Derneği’ne onur üyesi seçildi. 1954’te uzunca bir müddet savaştığı siroz hastalığına yenilerek aramızdan ayrıldı. Öyküleri, romanları ve şiirleri hala Prens Adaları’ndan İstanbul’a, boğaza ve oradan da tüm insanların kıyılarına vurmaya devam ediyor.
Sait Faik, ilköğretim müfredatından beri bize öğretildiği üzere durum öykücülüğünün öncüsüdür. Peki, nedir durum öyküsü?
Serim, düğüm ve çözüm bölümlerinden münezzeh, ders vermek, nasihat etmek, kendi doğrusunu okura dikte etmek kaygısından uzak, insanı, insanın halini çeşitli açılardan anlatan, olayın geriliminin etrafında gelişmek yerine, günlük yaşamın insanlarının kendi ortamları içerisinde anlatıldığı öykülerdir.
Böyle söyleyince belki Sait Faik’e, onun gözlemciliğine, içinde bulunduğu toplumu böyle ustalıkla tahlil edişine biraz daha yaklaşmış oluyoruz. Sait Faik, dünyanın savaşlar ile çalkandığı bir dönemde, ölümün kol gezdiği zamanda dünyaya gelmişti. Kim bilir belki dünyanın bu tekinsiz halinden, Burgaz Ada’ya, Beyoğlu’na, sokakta yürüyen yabancılara sığınmıştı.
Ondan önce edebiyat eserlerinde hiç bulunmamış insanları bulduk öykülerinde. Türk öykücülüğünün kırılma noktası tam da bu sıradan insanların portreleri, anları idi. Giriş, gelişme ve sonuç kıstaslarından kurtarılmış öykülerle girdiler edebiyatımıza fakir ve sıradan insanlar. Böylesi büyük bir şeye nasıl kalkıştı Sait Faik? Öykülerinin toplumda kabul görmemesi, okunmamak, alaka görmemek korkusunu hiç taşımıyor muydu? Bilakis “Hikâyelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler kızarım. Kendim beğenirim, budalalaşırım” diyor, Mahalle Kahvesi adlı öyküsünde. Öyleyse beğenilmediğine içerliyor da. Fakat yine de hikâyesini büyük dramlar yahut lüks hayatların insanlarından öte, kıyıda kalmış insanların anları üzerine kurmaya devam ediyor; çünkü Sait Faik çok iyi bir gözlemci.
Sanatının varlığı, Sait Faik’in gözlemlediklerinin içinde birikmesine, birikenlerin çıkma arzusuna bağlı. Onun gözlemciliği iki farklı dünyadan besleniyor. İlki; Burgazada’nın kalabalıktan uzak hali. Burada tüm çıplaklığıyla doğayı izliyordu ve elbette doğanın içine karışmış insanları. İkincisi Beyoğlu sokakları. Şehir insanlarını ve hiç vazgeçemediği sinema filmlerini seyrediyordu burada.
“Ona geceleri sinemalarda rastlardım. Tanışmazdık. Sinemanın ön sıralarına oturur, koltuğuna iyice gömülürdü. Koyu yeşil bir pardösüsü, çok dar kenarlı, kafasının biraz üstünde kalan kahverengi bir şapkası vardı. Sinema dönüşü dalgın, Beyoğlu’nun gece yarısı kalabalığına dalar, çeker giderdi. Sinemada bulunanlar arasında bu gedikli birinci mevki müşterisinin yazısını okuyan var mıdır acaba, diye çok düşünmüşümdür. Kuşkusuz, yoktu. Sait Faik, edebiyattan hoşlanacak bir okur topluluğunu hazır bulan talihli yazarlardan değildi. Okurunu yetiştiren, eğiten, okuruyla birlikte oluşan bir yazardı. Gerçek talihinin de bu olduğu söylenemez miydi?” der Sabahattin Kudret Aksal, Sait Faik için.
İlk öykülerinde saf, duru, katıksız bir gerçekle karşılaşırız Sait Faik’in. Hangi anı anlatıyorsa, o anın içindeki insanlardan başlar anlatmaya, kendi beyanıyla: “İşte, her şey insanla başlar”
Semaver isimli öykü kitabında, hikâyenin tüm öğeleri gerçek, kanlı canlı karşımızda durur iken, Alemdağ’da Var Bir Yılan isimli son öykü kitabında düşsel öğeler, rüyalar, sürrealist anlatımlarla çıkıyor karşımıza. Yazın yolu boyunca, kendisini sürekli eleştirenlerin birinci tenkit unsuru olan aylaklık ve savrukluk bu anlatıma varışındaki en büyük etkendir belki. Semaver’den başlayarak tüm öykü kitaplarında giderek başına buyruklaşan, giderek dağınıklaşan yazma serüveni, Sait Faik’in kendini bulma yolculuğunu okura yansıtan bir ayna oluyor.
Alemdağ’da Var Bir Yılan isimli öykü kitabını, hastalığının vahametini öğrendikten sonra kaleme alıyor. Avrupa’da tedavi görürken, yaşamını ameliyat masasında nihayetlendirmek istemeyip, cerrahi müdahaleyi reddediyor Sait Faik. Türkiye’ye dönerken kendisine biçilen ömrü bilerek dönüyor. Ölümü bir resim gibi hem çizerek, boyayarak hem fotoğraflayarak hem de şiir gibi ahenkli kelimelerle süsleyerek anlatır Dülger Balığının Ölümü isimli öyküde.
“Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.”
Ölüme yaklaşmakta olan bir anlatıcı, baştan beri kendi hikâyelerine bir öykücü, bir yazar gibi yaklaşmamış yalnız bildiği gibi yaşamış, yaşarken yüklendiklerini önümüze öykülerle dökmüş bir insan, Sait Faik, dülger balığının hayatının sonuna koyduğu incecik bir sitemle veda etmiş insanlara. Değişen kendi derisini dülger balığına giydirerek, o tüm öykülerde izini bulduğumuz, kokladığımız, tattığımız yalnızlığı bu kez dipdiri önümüze koyarak noktalamış son öykü kitabını. Uslanmaz düzensizliği, aylaklığı, kimilerince ağır tenkit edilen disiplinsizliği onu ömrünün erken nihayetine sürüklerken işte böyle düşsel öğeleri çok güçlü bir metaforla anlattığı ustalığına getirmişti onu. Bazı Edebiyat çevrelerince bayağı bulunan insanların yaşamlarından anlar toplayarak sonunda kendi vedasına varmıştı.
Öyleyse Burgazada’dan ayrılırken öpelim bir kez daha eskimeyen kalbinden Sait Faik’in.
“– Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden! – dedi.
Sonra kalbini gösterdi.
– Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.”