Dün ona, Galata rıhtımında rastladım.
Diye başlıyor Bir Vapur adlı öykü. Sait Faik’in öykülerinde sık sık rastladığımız vapur temalı öyküler genellikle ada vapurları olurken bu öyküde, biraz daha uluslararası yolda seyir eden bir vapurla karşılaşıyoruz. Birinci tekil anlatım üzerinden yazılan öykü, anlatıcının bir gün önce rastladığı vapuru, elini çenesine koyup izlemeye başlaması ve Proustvari bir geçmişi anımsama denemesine şahit oluyoruz.
Öykünün ilk cümlesi ile beraber anlatıcımızın bir gün önce rastladığı vapur aracılığıyla biz okurlar da geçmişten anımsanan bir yolculuğa çıkıyoruz. Tadla, isimli bu vapurun anlatıcı için önemi ise hemen ikinci paragrafta karşımıza çıkıyor:
Fransa’ya tahsile gitmiş talebeden Tadla’yı tanımayan kim vardır?
Bu cümleden itibaren anlatıcının, vapur ile anımsadığı geçmişinde, tahsil için Fransa seyahatindeki yolculuk anısını dinlemeye başlarken, vapurdaki mevkilerden ve farklı mevkilerde kalan insanların da portrelerini okumaya başlıyoruz. Burada ufak bir parantez açmak istiyorum. Sait Faik öykülerinde sık sık rastladığımız anlatılar bir an’dan ibaret oluyor. Yaşanılan ya da yaşanmış olan bir an’ı anımsama üzerine kurulu öyküleri epey fazladır bu noktada. Sözgelimi bu öyküde de bir rastlantı sonucu geçmişten anımsanan bir an’ı dinliyoruz kahramanın ağzından.
Şimdi, bu parantezi kapatıp bir başka parantez açmak istiyorum. Sait Faik’in Bir Vapur adlı öyküsü ilk defa 1936 yılında Varlık Dergisinde yayımlanıyor. Sait Faik’in biyografisi üzerine ufak bir göz gezdirmeyle, 1931-1935 yılları arasında Fransa’da kaldığını öğreniyoruz. Şimdi, diyebiliriz ki –en azından benim hayal ettiğim-: Sait Faik 1935 yılında Türkiye’ye döndükten sonra belki de Hişt Hiştöyküsündeki o hırçın bir o kadar da yaşam dolu karakter gibi bir sabah evden kızgın çıkmış ve Galata Rıhtımına doğru gidesi gelmiştir. Ardından orada Tadla’ya rastlamıştır. Daha sonra bu rastlantı sonucu yazmasam deli olacaktımdiye mırıldanarak kalemine ve defterine sarılmıştır. Pekâlâ, parantezi kapatabiliriz.
Devam edelim. Anlatıcının vapurla yaptığı Fransa yolculuğunun ayrıntılarını inmeye başlıyoruz öykü ilerledikçe. Bu noktadan sonra Tadla’nın Fransa güzergâhı üzerinde uğradığı limanları, vapurda çalışan şef garsonun yolculara karşı yaklaşımını, miçoların özelliklerini dinliyoruz. Böylece zihnimizde hayli meraklı bir anlatıcı formu oluşmaya başlıyor. Vapurdaki her ayrıntıyı gözünden kaçırmayan ve insanların her hareketini inceleyen bir anlatıcı formudur bu. Bu, gözlemlerin olduğu bölüm ise:
Birinci mevkiden üçüncü mevkideki sevgilerini görmeye giden anormal prensesler, on altı yaşında rüya kadar güzel çocuklarının gözü önünde flört yapan Rum kadınları gördüm. Ben bu vapurda cömert Yahudilere, dost Ermenilere, laubali sen İngilizlere, ciddi Fransızlara rastladım.
Paragrafı ile biterken, anlatıcı, vapurda genç bir kız ile tanıştığı bölümü anlatmaya geçer. Kızın âşık olduğu bir oğlan vardır ve o oğlanın arkasından hakaret eder kız, anlatıcımız muzip bir tavırla ‘ben varım ya’ diyerek araya girmesine rağmen genç kızın, ‘sen çirkinsin’ cümlesi ile sert bir duvara çarparız. Yine de bu ikili baş başa oturur gece boyunca. Bu olayın ardından üç sayfaya sığdırılan bir yolculuk öyküsünün sonuna geliriz, öykünün kapanışını yapmak üzere anlatıcımız, yine vapurda tanıştığı bir papazın ona söylediği sözleri aktarır bize:
Zevk, demişti, en uçucu şeydir. En hurdebini*delikten kaçan bir gazdır. Onun için değil midir ki, zevki mütemadiyen değiştirmek lazımdır. Fakat her değiştirişin sonundaki bu melale**, hüzne, ıstıraba tahammül edilir mi? Evladım, yegâne saadet Allah’tır.
*Ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük, mikroskobik.
**Hüzün, keder, usanma, bıkma.
Kaynak:
Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Basım, Ocak 2016, İstanbul