YENİDEN DOĞUŞ
Sait Faik’in Süt Adlı Hikâyesine Psikanalitik Bir Yaklaşım
Hiç böyleliğin görmemişiz fasl-ı baharın..
Edebiyat ve psikoloji birbiriyle yakından ilgili alanlardır. Psikoloji insan davranışlarını, zihinsel süreçleri ve bunların altında yatan nedenleri araştıran bir bilimdir. Edebiyat da insan denen varlığın bir üretimi olduğundan dolayı psikoloji bağlamında eserlere yaklaşmak eleştiri alanında önemlidir.
“Yazarın yaşamına ve kişiliğine gösterilen ilgi yirminci yüzyılda Freud’un etkisiyle yeni ve daha teknik bir biçim almış, psikanalize dayanan yeni bir eleştiri yöntemi, sanat eleştirisinde büyük bir yer tutmuştur. Freud’un bilinçaltıyla ilgili buluşlarına dayanan bu yöntemi, bazıları sanatçının psikolojisini, bilinçaltı dünyasını, cinsel komplekslerini vb. ortaya çıkartmak için; bazıları aynı zamanda bu buluşları yorumlamak için kullanmış, yine bazıları da eserlerindeki kişilerin psikolojisini, davranışlarını açıklamak amacıyla bu kişilere uygulamışlardır.”[1]
Freud psikanalizi hastalarının düşlerini yorumlamada ve onları tedavi etmede kullanmasının yanı sıra edebi eserleri incelemede de kullanmıştır.
Freud, eseri oluşturan sanatçı ile hastaları arasında benzerlik kurar. Freud’la başlayan psikanalitik eleştiri yöntemi daha sonra başka eleştirmenlerce sadece esere yönelik de kullanılmıştır. Eserdeki kurgusal kahramanın bilinçdışını inceleyen bu yöntem edebiyat eleştirisinde önemli bir yer edinmiştir.
“Yazar, gündelik hayatta karşılaştığı bir olaydan gayri ihtiyari çocukluğuna gider ve yaşadığı bir tecrübeyi hatırlar. Böylece, içinde o yıllarda duymuş olduğu ‘bir isteği’ tekrar canlandırmak arzusu uyanır. Ve yazar, kuvvetle hissettiği bu isteği gerçekleştirecek bir ‘anlatı’ için harekete geçer. Süreç, zihindeki eski ve yeni materyalin bir arada kullanılmasıyla tamamlanır.”[2] Sait Faik’in “Süt” adlı hikâyesindeki anlatıcı da gündelik hayatındaki bir olaydan, girdiği sütçü dükkânındaki süt kokusuyla bebeklik dönemine gider.
Freud’dan sonra Lacan tarafından daha da sistemleştirilen psikanalizde, Lacan kişinin hayatında üç önemli evreye dikkat çeker.
Bunlar sırasıyla gerçek evre, ayna evresi ve sembolik evredir. Gerçek evre bebeğin anne karnında olduğu evredir. Bu dönemde çocuk kendisini annesinin bir parçası sayar. Bu evre çocuğun doğduğu ilk aylarda da devam eder. Çocuk bu evrede en mutlu olduğu zamanları yaşar. Onun en huzurlu, mutlu ve rahat olduğu dönemdir. Lacan’a göre insan bu evreye özlem duyar.
Ayna evresinde ise çocuk kendisini annenin bir yansıması olarak görür. Fakat bu süreçte bir taraftan da kendisini tanımaya başlar ve annenin bir parçası olmaktan da çıkar. Sembolik evrede ise kişi artık kültürün, toplumun bir parçasıdır ve bunun bir gereği olarak toplumun kabul etmediği birtakım arzuları bilinçdışına bastırmak zorundadır. Bastırılan bu duygulardan biri de anneyle bir olma duygusudur. Gerçek evrede kendisini annenin bir parçası sayan birey, bu dönemde en mutlu zamanlarını yaşar. Mutlu zamanlarına dair özlem kişinin bilinçdışında yer alır. Bilinçdışına dair arzular, çeşitli yollarla bilinç yüzeyine çıkabilmektedir. Bunların bilinç yüzeyine çıktığı zamanlarda sansür mekanizması gevşer.
Sansür mekanizmasının zayıfladığı alanlardan biri de yazma sürecidir.
Yazma sürecinde, yazarın veya eserdeki kurgusal kahramanın bilinçdışına bastırılmış aruzlarını metinde çeşitli yöntemlerle tespit etmemiz mümkündür. ”Süt”, Sait Faik’in 1950’de yayınlanan Mahalle Kahvesi adlı eserinde yer alan hikâyelerden biridir. Hikâye şu şekilde başlar:
Senelerden beri yapmadığım şeyi yaptım: Süt içtim. Dükkânın içinde su buharı, süt kokusu, insanı ağlatıp uyutacak, kırk sene evvelki bir beşik hatırasına kadar sürüklüyordu… Evet, senelerden beri ne erken uyanmış, ne de süt içmiştim. İşe sütle başlıyorduk. Ne haristi parmaklarımız anamızın göğsünde. O ne dişsiz bir canavar ağzıydı memedeki. Hiç hatırlamıyoruz o günleri. O süte ağlayan gözlerimizin bulanık, hiç görmediği dünyayı…[3]
Burada kahramana esin kaynağı olan, sütün çağrıştırdığı anıdır; mutlu bir anı, anıların en sakini ve en rahatlatıcısı, besleyici süt anısı, ana kucağı anısıdır. Dükkânın atmosferi ve içtiği bir bardak süt, kahramanı huzurlu, mutlu ve rahat olduğu bir döneme götürür. Bu dönem kendisini annesinin bir parçası olarak gördüğü, süper-egonun henüz gelişmediği ve dolayısıyla toplumun öngördüğü rollere henüz geçmediği bir dönemdir. Kahraman, süper-egonun dayatmalarından, simgesel evrenin baskılarından, toplum içinde taktığı personalardan (maske) bunalmış ve bilinçdışına bastırdığı ancak özlemini hep duyduğu dönemi düşlemiştir. Hikâyenin devamında:
Sütle başlayan şarapla bitirdiğimiz günler bu sabah da ilk çığlığımdan, ilk açıklamamdan beri olup bittiler. Onlardan hiçbir şey kalmadı. Hepsi bu saati, bu sabahı sütçü dükkânına girdiğim dakikaya kadar getirip kapıdan ayrıldılar. İlk çığlığım, eşiğim, anamın sütü, aşkım, kinim, kendimi bilişim, şarap, rakı, kumar, kadın, şehvet, bir dostla geçirdiğim güzel gün, o süt için ağlayan bilmediğim, hiç bilemeyeceğim çocuk:
“İşte seni burada bırakıyoruz. Süt mü içmek istiyordun? Poh! Biz sütten bıktık. Ne adammışsın? Yazık! Haydi allahaısmarladık. Mademki şu dükkândan içeriye girdin. Her şey bitti aramızda…”
Dönüp, “Defolun!” diye bağırdım. Rüzgârın içinde birbirini ezercesine kaçıştılar.[4]
Burada sütle başlayan günler bebeğin huzurlu, mutlu olduğu simgesel evrenin öncesini temsil ederken, şarapla bitirdiğimiz günler dediği de bireyin toplumun bir parçası olduğu ve çeşitli rollere büründüğü dönemi simgeler. Kahramanın id ve süper-egosunun burada bir çatışma haline girdiğini görürüz. Toplumun yasakladığı ve kişinin bilinçaltına bastırdığı arzuları gün yüzüne çıkmak isterken süper-ego bunu engellemeye çalışır. Hatta dışlamayla tehdit eder. Bu çatışmada id süper-egoya galip gelir bir an. Kahramanın, defolun, dediği süper-egonun dayattıklarıdır. Bunlar hikâyenin kahramanına artık ağır gelmektedir ve nitekim yeniden doğuş imine yönelmektedir:
Sütçü dükkânına yeni doğmuş gibi girdim. İçimden bir nara atmak geçiyordu. Sanki yeni bir hayata başlıyordum… Yepyeni günler başlayacak. Süt kokulu bir dünyaya erişeceğim. Genzimi yakan yanmış zeytinyağı kokularından uzak sulh ve hürriyet içinde bir sütlü dünyada kırk iki sene sonra da yeniden doğmuşçasına yaşayacağım.[5]
Freud kişinin bilinçdışına dikkat çekerken, öğrencisi olan Carl Gustav Jung da kolektif bilinç dışı denen olguya dikkat çeker.
Ona göre kollektif bilinçdışı, kalıtsal olarak her insanın doğuştan getirdiği, içeriğini de ilk insandan bu yana yaşanan tipik psişik etkileşimlerin oluşturduğu yapıdır. “Kişideki kollektif bilinçdışı ‘arketip’ adı verilen semboller aracılığıyla yüzeye çıkabilme şansı yakalar. Biyolojik ihtiyaçların yarattığı ilkel dürtüler bizi “içgüdü’lere, zihnin yarattığı semboller ise bizi arketiplere götürür.”[6]
Carl Gustav Jung Dört Arketip adlı eserinde, yeniden doğuş arketipine değinir. Yeniden doğuş ifadesinin, insanlığın ilk ifadelerinden biri olduğunu ve çok farklı halkların yeniden doğuş hakkında aynı ifadeleri kullanmalarına şaşmamak gerektiğini söyler. Jung’a göre bunların temelinde kolektif bilinçdışında yer alan arketipler vardır. Yeniden doğuş da bu arketiplerden biridir ve herhangi bir biçimde gözlemleyebileceğimiz bir süreç değildir. Onu ne ölçebiliriz ne tartabiliriz, ne de fotoğrafını çekebiliriz. O, algılarımızın tamamen ötesindedir.[7] Bu yüzden yeniden doğuşu edebiyatta simgeleştirmek kolaydır.
“Süt” adlı hikâyede de anlatıcı yeniden doğuş arketipine yönelir. Hikâyenin kahramanı simgesel evrenin dayattıklarından, baskılarından arınıp her şeye yeniden başlama isteği duyar. İçimden bir nara atmak geçiyordu, derken de tıpkı bir bebeğin doğduğunda ilk ağlaması gibi yeniden doğmak isteyen kahraman da nara atmak ister. Süt kokulu dünya da yine simgesel evre öncesini temsil ederken, genzini yakan zeytinyağı kokuları da toplumun bir parçası olduğu ve dolayısıyla toplumdaki çarpıklıkları, kendisini rahatsız eden durumları simgeler. Bunlardan uzak barış ve hürriyet içinde bir sütlü dünyanın hayalini kurar. Bu da bebeğin kendisini annesinin bir parçası olarak gördüğü, mutlu, huzurlu olduğu dönemdir. Kahraman bunun özlemini çeker. Hikâyenin devamında:
Dışarıda yağmur yağıyor. Ben hâlâ sütçü dükkânındayım. Tarihimi atmış, rahatım. Artık geride özleyeceğim hiçbir şey yok. Bütün bunları bana bir çanak süt etti. Bu ne biçim, ne görülmedik bir kazmaymış ki her penceresinden ışık fışkıran kocaman hatıralar konağını yıktı. Dışarıda yağmur yağıyor. Yağsın bakalım! Ne zamana kadar yağabilir? Hatırıma bir mısra geliyor:
“Hiç böyleliğin görmemişiz fasl-ı baharın”[8]
Hikâyenin kahramanı bu yaşına kadar yaşadıklarını, büründüğü rolleri, taktığı maskeleri kısacası tarihini attığı için rahattır ve geride özleyeceği bir şey de yoktur. Bir yandan da bir çanak sütün onda uyandırdığı özlemin etkisi karşısında şaşkınlık içerisindedir. Bu etki, her penceresinden ışık fışkıran kocaman hatıralar konağı olarak adlandırdığı yaşamının üzerini bir çırpıda çizebilecek güçte gibi görünmektedir. Ardından yeniden doğuş düşüncesini tamamlayan bir mısra gelir hatırına. Mısrada, baharın başlangıcını hiç bu şekilde görülmediği dile getirilir. Baharın başlangıcı tabiatın yeniden doğuşudur. Anlatıcı, baharın başlangıcını hiç bu şekilde görmedim derken kendi yeniden doğuşunu kasteder. Çünkü onun yeniden doğuşu tabiatınkinden farklıdır. Mısradan sonra devam eder:
İşte o zaman mısralardan, beyitlerden, romanlardan ve kitaplardan kurtulmam lazım geldiğini düşündüm. Yeni bir dünyaya başlıyordum. Yepyeni şiirler isterdim. Yeni romanlar okumalı, yeni resimler seyretmeli, yazmak için yeniden bir başka Türkçe öğrenmeliydim. Yeni hisleri, yeni düşünceleri, yeni kitapları, arayıp bulmalıydım.[9]
Kahraman yeniden doğuş arzusunu gerçekleştirmek ister ve yeniden doğacaksa eskiye dair ne varsa, kitaplardan, şiirlerden, beyitlerden, mısralardan kurtulması gerektiğini, bunların yerine yenilerini koyması gerektiğini söyler. Yeni hayatında yeni şiirler, yeni romanlar, yeni resimler ve hatta yeni bir Türkçe olmalıdır. Bu noktadan sonra kahramanın üzerinde dükkânın atmosferinin ve içtiği sütün etkisi yavaş yavaş azalmaya başlar:
Sütçü dükkânından çıkar çıkmaz demir kapıdan girerken kovduklarım yeniden etrafımı mı alacaklardı? Yine hep birlikte kötü huylarımıza, itiyatlarımıza mı dönecektik? Süt kokusu geçmiş zaman ile gelecek günlerin zincirinde bir halka bile değil miydi? Sokağa ve yağmura karıştığım dakikada yanımdan kaçışanlarla buluşup “Şu sütçü dükkânında ne budalaydım. Siz bana haber vermiştiniz ya! Kusura bakmayın! İnsan ara sıra böyle oluyor, aldırmayın, affedin.[10]
Kahramanın bilinçdışına bastırdığı arzunun, özlemin depreşmesinin etkisi yavaş yavaş azalır. Üstelik bir bardak daha süt içmesine rağmen ilk tesiri yapamaz üzerinde ve süper-ego yine galip gelir. İçerisinde yaşadığı dünya onu kendisine çeker:
Yağmurun içindeki her günkü dünya: “Hadi çabuk ol. Yeter artık. Gel buraya. Bizimle beraber olman lazım. Böyle biteviye sütçü dükkânında kalıp, yeniden doğmuş numarasıyla oturamazsın. Seni bekliyoruz. Alıp götüreceğiz. Her şey, bütün insanlar seni bekliyor. Onların arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun. Yeniden doğulmaz. Doğsan n’olacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var. Hem canım sen nasıl bir dünya istiyorsun? Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış… Olur mu böyle şey? Hadi gel. Dön her günkü hayatına. Akşam artık süt içmeyeceksin. Sana halis, içine su ile ispirto karıştırılmış pekmez içireceğiz. Öylesine hayattan hoşnut olacaksın ki şimdiki gibi elle tutulmayan, gözle görülmeyen, yalnız işte böyle ara sıra sezeceğin ümitlerle yapılmamış ama belli, göze görünür şarapla başlayan yalancı kahramanlıklarla dolu ümitleri bulunca karşında, sabahki halinden utanacaksın.[11]
Hikâyenin kahramanı yeniden doğuş düşüncesini gerçekleştiremez.
Bu düşüncede kalır sadece. İçerisinde yaşadığı dünya onu kendisine çeker ve tüm bunları düşünürken aslında yeniden doğuşun gerçekleştirilemeyeceğini, bu gerçekleştirilse bile içerisinde yaşanan toplum ve düzen bireyi yine aynı noktaya getireceği kanaatine varır. Toplum onu olması gereken role büründürür, takması gereken maskeleri taktırır. Carl Gustav Jung, arketiplerin yanı sıra persona ve gölge kavramlarına da dikkat çeker. “Persona, bir insanın nasıl görünmesi gerektiğine göre oluşan, bireyle toplum arasındaki uzlaşmadır. Bir diğer deyişle çevrenin talepleriyle bireyin içyapısının ihtiyaçları arasındaki uzlaşıdır.”[12] Gölge ise psişik bütünlüğümüzün görünmez ama ayrılmaz bir parçası olan ‘diğer yanımızı’, ‘karanlık kardeşimizi’ sembolize eder.[13]
“Süt” adlı öyküdeki kahraman da taktığı personalardan bıkma ve gölge tarafında kalan, bilinçdışına bastırdığı anneyle bir olma arzusu, kendisini annenin bir parçası olarak gördüğü döneme özlem baş göstermiştir. Bu duygu da özlem duyulan dönemle özdeşleşmiş olan süt aracılığıyla canlanır. Başlangıçta güçlü bir etki yaratan bu özlem daha sonra yavaş yavaş söner ve bireyin içerisinde yaşadığı toplum, düzen onu kendisine tekrar çeker. Kahramanın iç sesi, onlar arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun, der. Bireyler toplumda kendisine biçilen rollerle, takması gereken maskelerle yaşam oyununa devam ederler. Hikâyenin kahramanı da yeniden doğuşun pek de anlamlı olamayacağını ve içerisinde yaşanılacaksa toplumun kurallarına uymak zorunda olduğunu anlar. Ve her hâlükârda toplum bireyi kendisine benzetecektir.
Süt ve sütün çağrıştırdığı bilinçdışına bastırılan arzular yerine, şarabı ve onun sarhoşluğu sayesinde daha hoşnut olacağı, yalancı kahramanlıklarla dolu ümitler vadeder ona içerisinde yaşadığı düzen. Anlatıcı da bu sese kulak verir ve annesiyle bir olma arzusunu, kendisini annesinin bir parçası olarak gördüğü, süt kokulu, huzurlu, mutlu, rahat döneme özlemini bastırır tekrar:
Dükkânın içindeki köpürmüş süt kokusu duvarlardan rutubet gibi akıyordu şimdi. Şapkamı başıma attım. Sokağa fırladım. Defolun diye bağırdıklarım buhranı geçmiş bir hastanın yanına yaklaşan doktorlar, hastabakıcılar, gardiyanlar gibi temkinli, usturuplu yanıma yaklaştılar. Kollarıma girdiler. Omzumu sıvadılar, sonra birdenbire yakama yapıştılar. Birden her günkü hayatın deli gömleğini sırtıma düğümlenmiş buldum.[14]
Sütçü dükkânının kahraman üzerindeki etkisi burada tamamen sona erer ve kahraman dükkândan çıkar. Toplumun bir parçası olan kahraman, topluma dair olan ve daha önce yanından kovduklarının tekrar ona yaklaştığını belirtir. Toplumun dayattıklarını, yapması gerekenleri bir deli gömleğine benzetir. Bu dayatmalar ve uyması gerekenler kahraman için bir deli gömleği gibidir ve arzularını, istekleri bastırması için üzerinde baskı kurar, onu sınırlandırır.
Sonuç olarak;
Sait Faik Abasıyanık’ın “Süt” adlı hikâyesinde, bilinçdışına bastırılan arzuları, bireyin toplum içerisinde oynaması gereken rollerin bir süre sonra monotonluğu, dayanılmazlığı ve yeniden doğuş arzusunun işlendiğini görürüz. Bir dönemle özdeşleşmiş bir madde aracılığıyla uyanan arzular, istekler yine toplum içerisinde yaşayan, yaşamak zorunda olan insanın uyması gereken kuralların bu arzularına baskın geldiğini gören yazar bunu eseri aracılığıyla okurla da paylaşır. Ancak bunu metnin görünen anlamıyla değil gizil, örtük anlamıyla vermiştir.
Yazımızda, Sait Faik Abasıyanık’ın söz konusu hikâyesindeki kahramanın özlemlerini ve yeniden doğuş arzusuna değindik. Yazarın psikolojisinden ziyade esere yönelik eleştiri yapmaya çalıştık ancak Abasıyanık’ın bu hikâyeyi yazdığı tarihle o zamanki yaşına baktığımızda, “Süt” hikâyesinde kurguladığı kahramanla yaşlarının birbirine yakın olduğunu görürüz. Sait Faik’in bu hikâyesi 1950 yılında yayımlanır. Yazar bu tarihte kırk dört yaşındadır. Süt adlı hikâyedeki kahramanın da hikâyede geçen “Genzimi yakan yanmış zeytinyağı kokularından uzak sulh ve hürriyet içinde bir sütlü dünyada kırk iki sene sonra da yeniden doğmuşçasına yaşayacağım.”[15] cümlesinden kırk iki yaşında olduğunu öğreniriz. Dolayısıyla söz konusu ettiğimiz özlemler ve yeniden doğuş arzusu aynı zamanda eserin yazarına da ait olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kaynakça:
Abasıyanık, Sait Faik, Mahalle Kahvesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Cebeci, Oğuz, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004.
Emre, İsmet, Edebiyat ve Psikoloji, Anı Yayıncılık, Ankara, 2006.
Jacobi, Jolande, C. G. Jung Psikolojisi, Çev. Mehmet Arap, İlhan Yayınları, İstanbul, 2002.
Jung, Carl Gustav, Dört Arketip, Metis Yayınları, İstanbul, 2013.
Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
[1] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 149
[2] Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004, s. 175
[3] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s. 61
[4] Abasıyanık, a.g.e., s. 61 – 62
[5] Abasıyanık, a.g.e., s. 62
[6] İsmet Emre, Edebiyat ve Psikoloji, Anı Yayıncılık, Ankara, 2006
[7] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 49
[8] Abasıyanık, a.g.e., s. 62
[9] Abasıyanık, a.g.e., s. 62 – 63
[10]Abasıyanık, a.g.e., s. 63
[11] Abasıyanık, a.g.e., s. 63 – 64
[12] Jolande Jacobi, C. G. Jung Psikolojisi, Çev. Mehmet Arap, İlhan Yay., İstanbul, 2002, s. 46
[13] Jacobi, a.g.e., s. 148
[14] Abasıyanık, a.g.e., s. 64
[15] Abasıyanık, a.g.e., s. 62.