Soykırımın İki Tarafından Çocuklar: Anna ve Bruno

Soykırımın İki Tarafından Çocuklar: Anna ve Bruno

“Size doğrusunu söyleyeyim, yolunuzdan dönüp küçük çocuklar
gibi olmazsanız, Göklerin Egemenliği’ne asla giremezsiniz.”

Matta 18

Günümüz toplumu, binlerce yıllık savaş pratiklerinden süzülerek bugünkü halini aldı. Yani bizler, insanlığın bugüne dek gördüğü bütün savaşlardan öyle ya da böyle sağ kalabilmiş insanların oluşturduğu bir toplumun üyeleriyiz. Bu yüzden birikimlerimiz ve yaşam  tecrübelerimiz temellerini savaştan ve bu paralelde de hayatta kalma güdüsünden alır. İnsan kendini savunabildiği ve savaşla baş edebildiği, ona karşı veya onun içinde kendini savunabildiği ölçüde hayatta kalabilir. Bu refleks ise insanın ömrünün belli bir aşamasından sonra edindiği kavrama ve yorumlama yeteneğinin ürünüdür. Savunma refleksinin en iyi idman alanları savaş ve afetlerdir. Ancak insanın kavrama ve yorumlama yeteneği ne kadar zayıf olursa, savunma refleksi de o kadar zayıf olur. Bilimsel bir çerçevede insandaki idrak yeteneği de yine zamana ihtiyaç duyar. Bu bağlamda afetlere ve savaşlara karşı en savunmasız kesimin çocuklar olduğu sonucuna ulaşabiliyoruz. Yeryüzünde binlerce yıldır yaşanan savaşlardan en büyük zararı çocukların gördüğünden kimsenin şüphesi yoktur, (sanırım) Hitler’in bile.

Soykırımın İki Tarafından Çocuklar: Anna ve Bruno
Auschwitz’den çizgili pijamalı çocuklar, Alexander Voronzov

Biz savaşın ortasındaki çocuklardan bahsedeceğiz. Bu noktada UNİCEF’in 2016 yılı raporuna göz atmakta fayda var. Rapor, dünya genelinde 250 milyon çocuğun savaş, silahlı çatışma ve kriz bölgelerinde yaşadığını söylüyor. Her sene ortalama 16 milyon çocuk savaşa gözlerini açıyor. Bu rapora ek olarak Prof. Dr. Şükrü Hatun’un şu cümlelerini hatırlatmalı: “Son on yılda iki milyona yakın çocuk savaşlarda çoğunlukla acı çekerek, tıbbi yardım olmaksızın ve bazen yapayalnız öldürülmüştür. Dört milyondan fazla çocuk sakat bırakılmıştır. Bu çocuklar (eğer hayatta iseler) ailelerine yaşadıkları korkuyu devamlı hatırlatırlar. Bir milyon çocuk ise öksüz kalmıştır. Ölümler düşünülen en büyük kayıp olmasına karşın kaybettiklerimiz bunlarla sınırlı değil. On iki milyon çocuk, evlerinin koruyuculuğundan uzaktır, bu çocukların üçte biri mülteciler veya toplumdan dışlanmış kimseler için yapılan kamplarda istismara açık koşullarda ömürlerini geçirmektedir. Bazıları ise toplama kamplarındadır.” Hatun’un bu konuda paylaştığı veriler ve değindiği diğer konulara http://www.ttb.org.tr/yeni_yayin/savas_cocuklar/1.htm linkinden bakılabilir; ki linke tıkladığımızda savaşın çocuklara etkilerinin sadece bu kadarla sınırlı olmadığını görebiliyoruz. Açıkçası linkteki yazının kaleme alındığı tarihi bilemiyorum ama büyük ihtimalle bu rakamlar bugün daha korkunç boyutlardadır. Yani savaşın kendisinin korkunçluğunun ötesinde bir korkunçluktan söz ettiğimizi söyleyebiliriz.

“Holokost döneminde [de], özellikle çocuklar savunmasızdı. Naziler ‘ırk kavgasının’ bir bölümü olarak ya da önleyici güvenlik önlemleri kapsamında, kendi ideolojik görüşleri uyarınca istenmeyen ya da tehlikeli çocuk gruplarının öldürülmesini destekledi. Naziler ve işbirlikçileri söz konusu ideolojik nedenlerle ve gerçek ya da sözde partizan saldırılara karşı misillemelerde çocukları öldürdü.”[1] Bir buçuk milyon Yahudi çocuk, on binlerce Roman çocuk, on binlerce engelli çocuk ve on binlerce daha başka çocuklar gaz odalarında, toplama kamplarında öldürüldü.

İnsanlık tarihinin gördüğü en korkunç olayların başında gelen İkinci Dünya Savaşı, sanat ve edebiyat yapıtlarının da bugüne dek üzerinde en çok durduğu konulardan biri olmuştur. İkinci Dünya savaşını farklı boyutlarıyla ele alan binlerce film, tablo, heykel, piyes ve edebiyat ürünü ortaya çıkmıştır. Çünkü sanatı bir çıkış yolu olarak değerlendirebiliriz. Belki de İkinci Dünya Savaşında yaşanan büyük acıları anlatmak için kuru bir dil yetmiyordu. Michel Butor, “Boşluk”unda yeryüzünde en çok konuşulan dilin “Ölülerin dili” olduğunu ve bu dili en iyi konuşan insanların da sanatçılar olduğunu söylüyor. Anton L. Becker’in “Gece boyu ayakta kalanlar bilir ki, gecenin farklı evreleri çok farklı hisler uyandırır, farklı ruh hallerini su yüzüne çıkarır” sözü de aslında sanatın büyük savaş ve kriz zamanlarıyla neden bu kadar ilgilendiğini açıklıyor. İşte Judith Kerr’in “Hitler Oyuncağımı Çaldı” ve John Boyne’nin “Çizgili Pijamalı Çocuk” kitapları da insanlığın en karanlık gecesinde uyanık kalan çocukların hikayelerini anlatıyor.

Kerr, kendi yaşam öyküsünden bir kesit sunduğu “Hitler Oyuncağımı Çaldı”da, Yahudi bir sosyalist olan gazeteci bir babanın Nazi baskısından kaçışını anlatıyor. Her ne kadar kendi yaşam öyküsü olsa da “Bir roman yazmak oldukça farklıydı. Romanı birinci ağızdan yazıp yazmayacağımı bile bilmiyordum. Ama Almanca konuşmayı çokça unutmuş orta yaşlı bir İngiliz bayan olarak kendimi artık Nazilerden kaçan o küçük kız gibi hissetmiyordum ve bu yüzden romanımı Anna adında farklı bir insan olarak yazmaya karar verdim” diyor Kerr. Anna’nın, Berlin’deki güzel evlerinden İsviçre’ye, oradan Fransa’ya oradan da İngiltere’ye kaçışını konu alan bu romanda bir savaşın göbeğinde, katliam tehlikesiyle karşı karşıya olan bir çocuğun kendi dünyası ve yetişkinlerin dünyası arasında nasıl mekik dokuduğunu görüyoruz. Naziler, babasının başına para ödülü koyduğunu öğrendiğinde bunun ne anlama geldiğini rüyasında şöyle görüyor Anna: “…içinde beliren ağlama isteğiyle, “Hayır” dedi. Derken bozuk para yağmuru başladı. Paralar babasının başına tavandan sağanak gibi yağıyordu. Babası bozuk paraların ağırlıkları yüzünden dizlerinin üzerine çöktü ve paralar babasının üzerini tamamen örtünceye kadar düşmeye devam etti.” Anna’ya göre Nazi’lerin babasına yapacakları buydu. Anna’nın “rüyalar dünyasına” bir başka örnek verebiliriz. Örneğin, Hitler mal ve mülk müsaderesi kapsamında ailesinin tüm diğer eşyaları gibi Anna’nın pembe tavşanına da el koyar. Anna bunu düşünürken “Belki Hitler, şimdi pembe tavşanıma sarılıp yatıyordur!” diyor. Anna’nın bu düşünceleri önceki yazımda Samed Behrengi’den bahsederken bahsettiğim “çocukların tatlı hayaller ve rüyalar dünyası”na tekabül etmektedir. Behrengi, çocuk edebiyatını büyüklerin ve çocukların dünyası arasında bir köprü olması gerektiğini söylerken haksız değil. Çünkü Anna’yı tanıdıkça aslında çocukların bu köprüye ne kadar ihtiyaç duyduğunu daha net kavrayabiliyoruz. Örneğin Nazilerden kaçarlarken içinde bulundukları durumu sorgulayan Anna ile babası arasında şu diyalog geçer: “Mülteci evini terk etmek zorunda kalan biri mi demek?”, “Başka bir ülkede sığınacak yer arayan biri demek.”, “Mülteci olmaya henüz alışamadım sanırım.” Ayrıca kaçış esnasında ailesine daha fazla yük olmamak, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve “çocukça şımarıklıklar” yapıp ailesinin içinde bulunduğu durumu daha da kötüleştirmemek için türlü fedakarlıklar yapan Anna, aslında (yine Samed Behrengi’nin tanımı üzerinden) “büyüklerin acı, ızdırap verici ve zorlu gerçekliklerine boğulmuş karanlık ve bilinçli dünyaları”nı tanımaya başlar.

Bir diğer roman olan John Boyne’nin “Çizgili Pijamalı Çocuk”unda ise savaşın diğer tarafındaki çocuklardan biri olan Bruno’nun dünyasıyla tanışıyoruz. Bruno, bir nazi kumandanının 9 yaşındaki oğludur. O da tıpkı Anna gibi yaşadığı güzel evini terk etmek zorunda bırakılıyor. Bruno evini terk etmek zorunda bırakılışını “kısa hayatında ona yapılan en büyük yanlış” olarak tanımlıyor. Ayak diretmesine rağmen, yaşadıkları güzel Berlin’den Out-With denen bir yere taşınmanın önüne geçemiyor. Bruno’nun hikayesi de tam burada başlıyor zaten. Out-With, Fury’nin (Hitler) emriyle açılmış, Yahudierin toplatılıp imha edildikleri bir kamp ve Bruno’nun babasının işi de Yahudileri imha etmek. Bruno, sevmediği yeni evinde sıkılmadan zaman geçirebilmek için “araştırmalar” yapar ve bu araştırmalar sayesinde toplama kamplarına, yaşadığı şeylere, babasının işine, etraflarındaki üniformalı somurtkan askerlere, 50 adım ötede tel örgülerle çevrili alanda yaşayan çizgili pijamalı insanların neden bu kadar garip davrandıklarına anlam vermeye çalışır. Bu sırada kamptaki çocuklardan biri olan Shmuel ile gizli bir arkadaşlık kurar. Tel örgülerin öte yanına geçmesi yasak olduğundan kamptaki hayatı ve Shmuel’in dünyasını kendi “hayaller ve rüyalar dünyası”nda anlamaya çalışır, sorular sorar: “Tam olarak fark neydi? Hangi insanların çizgili pijama, hangi insanların üniforma giyeceğine kim karar vermişti?” Bu sorular Bruno’nun da tıpkı Anna’nınkiler gibi, büyüklerin “karanlık dünyası”nı anlamaya dönüktü.

Bu iki roman savaşa (ki bu şeye savaş demek bile bir garip, çünkü çocukların savaşla ne ilgisi olabilir ki. Bu iki kitap aslında bunu gözler önüne seriyor biraz da.) iki tarafın da çocuklarının gözünden bakabilmemizi olanaklı kılıyor. Anna ve Bruno’nun sorularını büyüklerin kendilerine sorması gerek. Kendi coğrafyamızda da bugün yüz binlerce çocuk tıpkı Anna gibi ordan oraya savruluyor ve bir o kadarı da tıpkı Shmuel ve Bruno gibi tel örgüler ardında. Nasıl çocuklar büyüklerin dünyasını anlamaya çalışıyorsa büyükler de [karanlık] yollarından dönüp küçük çocuklar gibi olmazsa, Göklerin Egemenliği’ne asla giremeyecekler. Büyüklerin bunu nasıl başarabileceklerine dair soruya da Bruno ve Shmuel şu cevabı veriyor: “İyi asker diye bir şey yok!”


[1] https://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10005142

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin