Savaşın ortasında tutunmak zordur, savaşın içinde tek başına tutunmak daha zordur fakat ruh eşin bu savaşı sonlandırmak adına elini tutuyorsa belki her şey daha kolay olur.
1920’lerde ırksal bir ayrımcılığın içinde sürüklenen insanlardan biri de Stefan Zweig’dır. 1933’de, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli olması bakımından onun kitapları da yer almaktadır. 1934’te Gestapo’nun villasını basıp silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kalır. Hümanizmi sonuna kadar savunan Zweig, yaşanan bu ırksal ayrımcılığın neden olduğu bir buhran durumu yaşayarak aklından çıkaramadığı intihar düşünceleri silsilesi oluşturur. Bu düşünce 1942 yılında eşi Lotte ile birlikte vücut bulmuştur. Hitler döneminin etkisiyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan Yahudi asıllı yazarların trajik sonları bu döneme damgasını vurur.
“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyaç var. Benim gücüm ise uzun yıllar süren yurtsuzluğum sırasında tükendi. Böylece ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.
Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabah kızıllığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
Amok Koşucusu da böyle bir bunalımın içinden doğmuştur. Amok, Avupa’da bilinen illetli bir hastalıktır. Kişinin önüne çıkan her şeyi bir anda yok edebilme gücüne sahip olan bir hastalık. Romanın başkahramanı olan doktor, böyle bir hastalıkla yüz yüzedir. Hastalığının henüz zuhur etmediği ilk zamanlarda içinde bulunduğu çalkantılı olayların yaşandığı durumdan mustariptir. Bu sancılı durumu, kaçmakta olduğu bir geminin içinde hiç tanımadığı bir kişiyle paylaşır. Yalnızlık içinde sıkıştığı durum artık doktora zorluk verir ve bunu bir kişiyle paylaşma ihtiyacı duyar. “Kusura bakmayın… birden çok heyecanlandım… Ama sarhoş değilim… henüz sarhoş değilim… bu cehennemi yalnızlık içinde bu da başıma sık sık gelir, bunu size rahatlıkla itiraf edebilirim… Düşünün ki yedi yıl boyunca neredeyse yalnızca yerlilerin ve hayvanların arasında yaşadım… böyle olunca da insan sakin konuşmayı unutuyor.” (s.11)
Doktor, hiç tanımadığı kişinin karşısında artık çırılçıplaktır. Beyin hücrelerinden geçen her şey ağzından bir bir dökülür. Bir zamanlar Leipzig Kliniği’nde çalışan doktor bir kadının pençesinin altında hastanenin kasasından para çalarak klinikten, ülkeden uzaklaşmak durumunda kalmıştır. Hollanda hükümetinin sömürgesi altında, yüklü bir avansla görev almayı kabul etmek durumunda kalır. Stefan Zweig böyle bir neticede olmasa da yaşadığı ülkeden uzaklaşmak zorunda kalması bakımından bu durumu kitabına da yansıtmıştır. Kitabın sayfa aralarında zaman zaman Avrupa’yı özlediğinden dem vurur. “Tamamen çökmüş durumdaydım, Avrupa özlemiyle dopdoluydum; ne zaman aydınlık sokaklar ve beyaz kadınlardan söz eden bir roman okusam parmaklarım titremeye başlıyordu. Durumu size tam olarak anlatmam mümkün değil, bir tür tropik hastalık, insanı zaman zaman yakalayan öfkeli, ateşli ama aynı zaman güçsüz bir nostalji.” (s.15)
Doktorun bulunduğu can sıkıcı döneminin içine “Amok” hastalığını tetikleyecek olan beyaz bir kadın ortaya çıkacaktır. Gizli kalmasını istediği bir istekle, doktorun kapısını çalar. “Sizi bayılmalarınızdan, bulantılarınızdan kurtarmamı istiyorsunuz, bunlara neden olan şeyi… şeyi ortadan kaldırmak suretiyle… öyle değil mi? -Evet.” (s.21) Bir giyotin gibi beyne hücum eder bu söz. Fakat hem istenen bu şey hem de kadın tarafından bunu yapması için verilmek istenen ücret doktoru fazlasıyla öfkelendirir. “… kibri yüzünden beni direnmeye itti, her şeyi tahrik ediyordu- nasıl söylesem… bütün bastırılmış şeyleri, bütün gizlenmiş şeyleri açığa çıkarıyor, içimdeki bütün kötülüğü ona karşı ayaklandırıyordu. Bir hanımefendiyi oynaması, ortada bir ölüm kalım sorunu varken son derece soğukkanlı bir ticaret organize etmiş olması beni çıldırtıyordu…” (s.24) Doktor bu ticari olaydan büyük bir öfke duyarken kadına ya rica edip istemesini ya da kendinin kadından başka bir şey isteyeceğini ve bu isteği kabul etmesini ister. Kadın ise ölmeyi yeğler ve koşarak bulunduğu yeri terk eder. Doktor ilk başta olduğu yerde kala kalır fakat “Amok” bütün hücrelerine yayılır ve kadının peşinden olanca gücüyle koşar.
Peki “Amok” aslında tam anlamıyla neydi?
“Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor… orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk… tıpkı benim odamda oturduğum gibi… ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor… dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru… nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor… sürekli koşar, hiçbir şey görmez, karşısına çıkan her şeyi yere yıkar… ta ki biri onu kuduz bir köpek gibi vurup yere serene ya da kendiliğinden köpükler içinde yere yıkılana kadar…” (s.31)
Bir kadının gelmesiyle doktor boşluğa doğru bir “Amok” koşusuna başlar. Dosdoğru, doludizgin bir koşunun ardından doktor kadının evine ulaşır. Fakat kadını göremeden düşünceler içinde boğulur. Kadına yardım etmeye kararlıdır, ama kadının kocasının ülkeye dönmesine üç gün vardır. Kocası beş aydır kadını görmemiştir. Geldiğinde hamile bir kadınla karşılaşmak sanırız ki en son isteyeceği şeydir. Doktor bütün bunları düşünmekten artık delirmek üzeredir. Hiç şehre inmemiş, insanlarla herhangi bir diyaloga girmemiş olan doktor, kadın için şehre inmiştir. Başkana çıkıp şehirden uzak olan kliniğinden artık ayrılmak istediğini ve daha merkezi bir yerde bulunması gerektiğini söyler. Buradan çıkaracağımız sonuç bir “Amok” koşucusu kafasına taktığı şeyin peşinden vazgeçmeden gider. Doktor, kadına karşı tuhaf şekilde bir sorumluluk duygusu hisseder. Bu duyguyla kadına bir mektup yazar. Kendine güvenmesini, bir saat içinde çekip gideceğini sadece yardım etmek istediğini anlatan bir mektup gönderir. Gelen cevap nedir peki : “Çok geç! Ama siz orada bekleyin. Belki sizi ararım.” (s.42)
Kadının oğlu daha sonra doktoru alıp kadının bulunduğu yere götürür fakat artık çok geçtir kadın kanlar içinde yerde yatıyordur. Kadının tek istediği bu olayı kimsenin öğrenmemesidir ki öyle de olur. Bu olayı kimse öğrenmez ama bir hayat son bulur. Doktor kadını kurtaramaz fakat onurunu kurtarmak adına durumu kimseye aksettirmeden gizlenmesini sağlar. Kadının ölümünün ardından sevdiği adam da kimseye bir şeye hissettirmeden ölünün yanına gelir ve birden dizlerinin üzerine yığılır. Doktor, genç sevgiliyi ayağa kaldırır. Genç sevgili kadının hamile olduğundan asla haberdar olmaz. Kadının kocası geldiğinde tabut çoktan kapatılmıştır fakat karısının bu ölümünden şüphe içindedir. Doktor bu olayların ardından gizlice kaçar ve kendini bir geminin güvertesinde bulur. Her şeyden ve herkesten çok uzak olduğunu düşünürken yanı başında bir tabut vardır. Kocasının otopsi yaptırmak için İngiltere’ye götürdüğü tabut… Romanın sonlarına doğru, doktorun neden hep gece yarıları güverteye çıktığını, insanları görmekten uzak durduğunu anlarız.
O gece Napoli limanında tenha bir saatte tabut indirilir fakat önce güverteden aşağıya ağır bir şey düşer. Kadının tabutu da onunla birlikte sürüklenmektedir ve onu taşımaya çalışanları, kadının kocasını da denize sürükler. Ne yazık ki çelikten yapılmış tabutu bu durumdan kurtaramazlar, tabut dibe batar. Sadece bir tabut değil onunla birlikte kırk yaşlarında bir adam -Amok Koşucusu- da adeta intihar eder. Amok koşusu artık son bulur.
“Berbat olan hayatımı artık kimse düzeltemez… gördünüz, saygıdeğer Hollanda devletine bedavaya hizmet ettim… emekliliğim yandı, yoksul bir köpek olarak Avrupa’ya geri dönüyorum… bir tabutun arkasından kuyruk sallayan bir köpek… Bir Amok koşucusuysanız uzun süre cezasız kalamazsınız, eninde sonunda sizi yere sererler ve umarım benimki de yakındır… Hayır teşekkürler, bayım, hayırsever ziyaretiniz için… kamarada bir yol arkadaşım var zaten… birkaç şişe iyi kalite eski viski, onlar beni bazen avutuyor ama maalesef kendisini zamanında ustaca kullanamadığım o eski arkadaş, Browning marka tabancam… ne de olsa tüm gevezeliklerden daha çok işe yarar… Lütfen, hiç zahmet etmeyin… elimizde kalan son insan hakkı herhalde şudur: Canının istediği şekilde geberme hakkı… ve dışarıdan bir yardımla rahatsız edilmeme hakkı. ” (s.59)