“İnsan kan döküyor, zulüm tohumu ekiyor. O halde savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek. İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak, mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece.”
Sâdık Hidâyet
Yaşamın vaat edemediğini ölümün kapılarında arayan bir yazara misafir olacaksınız bu yazımda. Misafir olacaksınız diyorum zira hiçbir söz, onun sözcüklerinin gücünü ifade etmeye yeterli olamayacaktır.
Sözcüklerinin ardına derin bir ruhu sığdırabilen Sâdık Hidâyet varlığını yaşamla değil, ölümle anlamlandırır.
“Paris’te günlerce hava gazlı bir apartman aradı ve aradığını Championnet caddesinde buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri kapattıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş ve tıraş olmuştu. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları yanı başında yerde duruyordu.”
Can dostu Bozorg Alevi’nin cümleleriyle tanık oluruz Sâdık Hidâyet’in ölüme gidişine. O, ülkesinin karışık durumu nedeniyle hiçbir yere ait olamayan, yaşamdan çok ölüme yakın duran kayıp bir ruhtur.
Bu kayıp ruh, 17 Şubat 1903’te Tahran’da dünyaya gelir. Ülkesi Batılılaşma sürecindeyken büyür. Ailesi de ülkenin gidişatından etkilenerek Sâdık Hidâyet’e Batılı bir eğitim fırsatı sunar. Saint Louis Akademisinde eğitimini tamamlar. Akademiyi bitirdiğinde Rıza Şah tarafından Avrupa’ya eğitim için gönderilen bir grubun içindedir. Önce mühendislik, daha sonra diş hekimliği okumaya karar verir. Ancak eğitim hayatı yazın hayatı kadar şevkle ve başarıyla dolu değildir.
En büyük sevdasının “yazmak” olduğuna karar verdiği anda da yazmaya adar kendini.
Fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım.”
(Kör Baykuş sf:16)
Sâdık Hidâyet ne insanlığa ne kendine “kendini” anlatabilir yaşamı boyunca. Toplumun içinde bulunduğu kısır döngüyü sorgular. İnsanın özgür olmasının önündeki en büyük engel; toplumun belirlediği değerlerdir, bu değerler ki Sâdık Hidâyet’i adım adım yalnızlığa iter. Anlaşılamamak, yalnızlığa her an daha sıkı sarılmasına neden olur.
Vatandaşı olduğu İran dışında Avrupa’da ve Hindistan’da da yaşayan yazarımız “aidiyet” duygusundan mahrum kalır. İran’ın içinde bulunduğu siyasi süreç, onun Avrupa’da tanıklık ettiği modern dünya anlayışı ile örtüşmez. Ancak Batı’da da aradığını bulamaz.
Yersizlik, yurtsuzluk onun kalemini keskinleştirir.
Lakin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum: Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.”(Kör Baykuş sf:16)
Kör Baykuş’un ilk olarak kendi topraklarından uzakta Hindistan’da yayınlanması da yaşadığı yurtsuzluk hissinin sonucudur. 1936 yılında el yazması şeklinde elli kopya yayımlanan eserin kapağındaki testi resmi de Sâdık Hidâyet’in çizimidir. Kitabının kendi ülkesinde yayımlanmayacağından emin olduğu için de kendince önlem alır, kitabın kapağına “İran’da satışı yasaktır.” ibaresini ekler, böylece ilk olarak kendi ülkesinde kendini yasaklamıştır!
Edebiyat tarihçileri Sâdık Hidâyet’i Doğu’nun Kafka’sı olarak nitelendirir. Bu yazımın konusu olan Kör Baykuş incelendiğinde bu benzetmenin nedeni anlaşılır. Doğduğu topraklar, gittiği yeni ülkeler Sâdık Hidâyet’in düşünce evrenini doğal olarak da yazar kimliğini oluşturur. Kafka’nın “Dönüşüm” eserinde olduğu gibi “Kör Baykuş” eserinde de bir değişim ve sonucundaki dönüşüme, toplumdan ayrı düşüşe, parçalanışa tanıklık edilir. Simgesel bir dünyada düzene karşı duran insanın tavrı eserinde vücut bulur. Bu tercih, yazarımızın üslubunda da çağ dışı unsurlar yaratır.
Kör Baykuş eserinin zaman düzlemi okuyucunun dikkatini çoğu kez zorlar. Kimi zaman düş ile gerçek birbirine karışır. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman iç içe anlatılırken eser üzerinden Sadık Hidayet algısını okumak mümkündür.
Eserde genel olarak “ölüm”, “aşk”, “intihar” ve “ölüsevicilik” kavramları üzerinde durulur. Eserde birçok karakter yer alsa da aslında bunlar yanılsamadır, karakterler birbirine dönüşür. Zaman kavramı okuyucuyu düşündüren unsurlardan biridir. Eserin kahramanı, baba, amca, ihtiyar, arabacı, mezarcı, hurdacı; Eserde yer alan bu erkek bireyler aslında tek kişidir. Keza kadınlarda da aynı unsur göze çarpar. Eserin başında yer alan esrarengiz kız, bayader ve kahpe olarak nitelendirdiği karısı da tektir. Bunlar karışık zaman düzleminde birbirine dönüşür.
Zaman ve karakter unsurlarının birbirine dönüştüğü ve karmaşık bir hal aldığı roman aynı zamanda ürperticidir. Anlatıcı rolünde karşımıza çıkan kişi afyon tiryakisidir. Algı bozuklukları anbean hissettirilerek karanlık bir romanın içine çekilir okuyucu. Okuyucu satırların gerçekliğini sorgularken bir yüzleşmeye de tanıklık eder. Anlatıcı, ruhunda barındırdığı “baba, amca, ihtiyar, arabacı, mezarcı, hurdacı” gibi birçok kişi/kişilikle yüzleşir. Bu aynı zamanda okuyucuya da sunulan bir aynadır.
Sâdık Hidâyet çıktığı iç yolculuğa okuyucu da davet eder bütün karanlığına rağmen. Bu yolculuk Sâdık Hidâyet’in ruhunu daha da yorar. Bu kaosun etkisini kullandığı leitmotifler ile artırır. Romanda sürekli tasvir edilen minyatür, ihtiyarın kahkahası, yine ihtiyarın/mezarcının sürekli kullandığı “Ya!” sözcüğü kullanılan “leithmotif“lere örnektir.
“Fakat gariptir, inanılır şey değil, bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. Hep bir servi çiziyordum. Dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor, bir Hint fakirine benziyordu. Bir abaya sarınmış, başına bir şal bağlamıştı. Sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüştü. Karşısında uzun, siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası uzatıyordu. Ve bir dere akıyordu ikisinin arasından. Ben bu sahneyi daha önce görmüş müydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? Bilmiyorum, bildiğim: çizdiğimin hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. Elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu.” (sf:17) cümleleriyle tanıklık etmeye başlarız “leithmotif“lere yani yazarın tekrarlar yoluyla elde ettiği yanılsamalar evrenine.
Eserin baştan sona Sâdık Hidâyet’in algı evrenini yansıttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim bu resim tasviriyle de doğduğu coğrafyanın resim anlayışına gönderme yapar. Yine Sâdık Hidâyet’in vejetaryen olması ile Kör Baykuş eserinde “kadını parçalara ayırması”nda kullanılan tasvirler arasında da sıkı bir bağ bulunur.
Kör Baykuş romanı çok yönlü okumalara açıktır. Zira Sâdık Hidâyet külliyatı da yaşamının izlerini sürerek onu anlamamızın belki de tek dayanağıdır. Ancak dünya edebiyatında tartışılmaz bir yere sahip olan Sâdık Hidâyet’in bugün hala kendi topraklarında yasak durumda olması, evet sevgili okuyucu kelimelerin gücünden korkan erklerin tek başarısıdır!
Kim bilir Kör Baykuş’un anlatıcısının afyon eşliğinde sunduğu karanlık yanılsama evreni belki de gerçektir!