Cam, Ayna, Sözler ve Ötesi

Cam, Ayna, Sözler ve Ötesi

İmgeler izledi peşini. Topraktan sıkılmıştı. Toprağın yaşamdaki karşılığından, ayakları yere sağlam basanlardan, kanat takamayanlardan, sıradanlaşmış, durgunlaşmıştı yüreği ve elleri. Bir hikâye yazmalıydı; kırıkların, yaratımın, sınırsızlığın olanaklarını belirlediği. Kırıkların sonu yoktu…

Her şey böyle başlar cama giden yolda. Yer yer ince blokların arasında, kelebek dürbünü görüntüsünü andıran senkronize ışık oyunlarının arasında gezinen göz, artık eski göz değildir.

İnsanlık tarihi camla ilk karşılaşmasından itibaren; aşkta, savaşta, masallarda, statüyü sembolize edişinde, ülkeler arasında elçiler aracılığı ile verilen hediyelerde cam hep ilk sıralardadır. Camın malzeme olarak halden hale girebilen yapısı, atomik yapının düzensiz dizilişi hem cam sanatçısının hem de prosesi izleyenin ruhunda farklı katmanları aktive eder.

Duyguları harekete geçirerek, yeni deneyimler sağlar. Camı işleyen de onun dönüşümüne tanık olan izleyici de cama dokunduktan sonra aynı konumda kalamaz. Ayrıca, cam alevle girdiği ilişkide – ateşi eril öğe olarak ele alırsak – dişil özellik göstererek koruyucu, kollayıcı, büyüleyici ancak yeri geldiğinde zarar verici olabilir.

Yani “Yaşasın bozuk düzen, yaşasın düzensiz moleküller…..!”

İnsan kendini yazılı ifade sürecine girdiğinde edebiyatla beraber “metafor” kullanımı devreye girer. Metafor etimolojisi itibari ile “anlamı ileri götüren, taşıyan” göreve sahiptir ve bunu simgeler/semboller aracılığı ile yapar. Günlük hayatta anlatamadığımız, karşılığını bulmakta zorluk çektiğimiz duygu ve düşünce durumları bu şekilde şiir ve öyküde yerini alır.

Camın tasavvuf ve mistik edebiyatla ilişkisi ilk akla gelendir. Mevlana C. Rumi’nin büyük eseri Mesnevi’de geçen hikayelerde de bu gözlemlenir. Osmanlı Dönemi’nde de III. Selim’in, cam sanatçısı olarak yetiştirilmek üzere bir Mevlevi dervişi olan Mehmet Efendi’yi, Venedik’e göndermesi de cam sanatı ve mistik bilinç ilişkisine delildir.

Tarihten Bugüne Edebiyat ve Cam
Roma ve Yunan Dönemi’nde zeytinyağı ticareti yapmak için kullanılan seramik amforaların yanında, arkeolojik kazılarda çıkarılan ölülerin saçlarının ve ölü için akıtılan gözyaşlarının saklandığı küçük cam şişeler de manevi anlamda cama apayrı bir değer katar. Gözyaşları toplanıp şişelere konur ve ölüyle beraber gömülür. Bu ritüel ölüye gösterilen vefanın, sevginin bir göstergesidir. Bu geleneği Nilgün Marmara’nın Anı Şişesi şiirinde de görebiliriz. Anılara, beklenen ve özlenene ve onun yaşadıklarına karşı saygıyı şişede biriktirme bir nevi “yas kültürü”nün dizelere yansımasıdır.

Cam, Ayna, Sözler ve ÖtesiANI ŞİŞESİ

Bilirim bir sac ayağı değilim,
Özgür bir alan vardır,
Tarihsel kurtuluşların toplandığı,
Acıyı karşıtına saygıyla dönüştüren ak bir alan,
Kötülük aktarımını engelleyen…
Umarım sonsuzca,
Porselenler yurdunun
Ağır başlı sevgilerini,
Beklerim bir atlıyı
Değilse de bir piyadeyi,
Bitimsiz savaşlarının kan ve gözyaşını,
Saydam bir anı şişesinde biriktirmeyi…

O, yazgı gibi görüneni sözcüklerle kırmaya çalıştı. Ailedeki gizli, örtülmüş, konuşulamayan acıları biriktirdi. Bir anlık huzurda bile sızıyı hatırlamak ve bilinci diri tutmak için belli ki biriktirdiklerini bir cam şişede görmek istedi. Cam şişede saklama metaforu eski acıya duyulan bir saygı ve vefa göstergesiydi. Ameliyattan sonra yerinden sökülen organın bir sıvı içerisinde bir şişede saklanması gibi, sonra o et parçasına bakıp eski sızıyı hatırlayarak; ama artık iyiyim! diyebilmek için belki. Evin bütün sıradanlığını hafifletebilmek için
bir aşk beklediği ve ondan gelecek gerçekliği biriktirmeyi istemek…
Konforu iteledi.

“Baba” figürüne karşı zaferini bu konforu iteleyerek yaptı.
İteledi ve bütün yaşamın ağırlığını duydu.
Taşıyamadı dünya yükünü
Merkezkaç kuvvetliydi, fırlattı dünyadan kendini..

Cam katman katman okunur, edebiyatta en çok kullanılan metafor olarak “kendi aksini görme, tekâmül aracı” olarak var olur. İnsanoğlunun ilk aynası sudur ve yansıtıcı özelliği ruhun faz değiştirmesine aracılık eden bir simge olarak Yunan Mitolojisi’nde Echo-Narcissus mitinde de yerini bulur. Mite göre güzel peri Echo, güzel avcı Narcissus’a aşık olur ancak Narcissus kendi benliği ve güzelliğiyle o kadar meşguldür ki Echo’nun sevgisine karşılık vermez. Echo üzüntüsünde girdiği mağarada taşa, kayaya dönüşür ve sesi bu taşlarda yankılanır. Tanrıların ceza verme vakti gelmiştir. Ormanda gezen Narcissus gölde kendi aksini görür ve aşık olur. Sudaki yansımasına o kadar aşık olmuştur ki kıpırtısız durur, kendini seyreder seyreder ve hareketsizlikten bir Nergis çiçeğine dönüşür. Echo’nun “aynası” aslında Narcissus değil midir peki? Echo kendi sesine karşılık arayan bir varlık. Sesine karşılık bulamayınca taşa dönen bir var olamayana dönüşen bir varlık… Narcissus’un trajedisidir bu ve su burada, kişinin benliğini aynalama ve kendisiyle karşı karşıya gelerek benlik yıkımına aracılık eder.

Michelangelo Caravaggio, suya bakan Narsis
Michelangelo Caravaggio, suya bakan Narsis

Her nefes alan bir camsı yüzey, aksini görebileceği bir nesne aramaz mı?
Benliği nesneleşemezse nasıl tutunur dünyanın yüküyle?

Su, cam, ayna! İnsanoğlu doğanın ona işlemesi için sunduğu malzemeleri tanıdıkça sıra aynaya gelir. Ayna ve cam arasındaki fark; aynanın herhangi bir görüntüyü birebir aksettirmesidir. Camın bir yüzeyine metal levha kaplanarak sağlanır bu özellik. Bakanın anlattığı hikayeyi içselleştiren ‘sır’dır. Bu sır ışıkla birlikte geri yansır.
Sır yoksa birebir görüntü de yoktur. Levha kaybolursa, görüntü de yiter ve camda sadece kısmi soluk bir gölge kalır…

Gel kendi yüzünü sunayım sana
Biraz cüretin varsa…
Geçirgen, şeffaf …
Metal parlaklığı, direnci ve zaman olgusu!
Başlar yolculuk…
Zaman tortulaşır, yol alır, birikir duygu, birikir anı, tortu birikir, metal olur, sert malzemeye dönüşür. Sırra ermek için dem olur.
Kendi sırrına eren başkalarının sırrını tutma yolundadır.

Türk Edebiyatı’nda Tanpınar da tıpkı Marmara gibi cam ve aynaya anlam arayışında olan şairlerimizdendir. Tanpınar aşağıdaki Ayna şiirinde suyun ayna görevini kullanarak narsist bir aşkın izlerini sürmüştür.

Ayna
Derin sularında bu ayna her an
Sizden bir parıltı aksettirecek
Kah çıplak bir omuz sessiz düşecek
Eriyen bir kuğu beyazlığından

Bazen bir tebessüm, tutuşmuş mercan
Rüyasıyla sanki bir kızıl çiçek
Ve saçlar öyle ümitsiz yüzecek
Olgun akşamların ağırlığından

Dünya Edebiyatı’nda da Lewis Caroll’un Aynanın İçinden romanında Alice’in evde kedisiyle oynarken gümüşi bir sis gibi eriyen aynanın içinden ayna odaya geçerek; zamanı, mekanı ve nesneleri farklı boyutta duyumsaması yansıtıcı ve geçirgen malzemelerin bilinçte ne gibi oyunlar yapabileceğine bir örnektir. Ayna odaya geçişle satranç tahtasının baz alındığı bir paralel dünya yaratmış Caroll kitapta. Alice’in bu geçişi dünyaya farklı bakışına yol açar ve belki de bu, toplumsal düzene bir tepki olarak oluşturulmuştur yazar tarafından. Kitabın yazıldığı dönem mercek altına alındığında Viktoria Dönemi’ndeki ekonomik değişiklikler, yeni sosyal sınıfların oluşumu, aile yapısındaki baskıcı unsurlar, kitabı bütün bunlara bir tepki olarak algılamamızı haklı kılıyor. Tabii “ayna” metafor olarak yine her zamanki görevini layığıyla yerine getirir ve Alice sorgulayıcı kişiliği temsilen başka bir ruh fazında yansımasını ararken, bu “sır”lı nesne küçük kıza onda gizli olanı sunar.

Zaman geçer ateş mavi olur, cam bütün özelliğini kaybeder. Alevden ayrıldıktan sonra artık başka bir varoluş noktasındadır. Simya özellikli yansıtmalar, semboller, edebiyatta hep var olmuştur ve de olmaya devam edecektir. Camın, alevin, ısının ve zaman mevhumunun; olayların akışını, safhalarını nasıl etkileyip tetiklediğini en iyi anlatan örnektir kanımca Ingeborg Bachmann’ın Alacakaranlıkta şiiri:

ALACAKARANLIKTA
“Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,
sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,
ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.
Körük, güvendiğimiz ustasını beklemekte.

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.
Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadın sen, hem de
yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,
sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-
bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.
Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,
ve kimin sözünü unuttuğu. Sense
ne bilirsin ne de istersin tanımayı,
kenardan içersin, serindir diye
ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,
üstelik belli ki, kaşların hala çıkmakta!

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım
aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,
yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran
benim merminin ardında, hayal gibi,

yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,
ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

Bachmann yaşamı boyunca duygudan duyguya olgudan olguya kendini taşımıştır.  İnsanı ürküten bir gerçekçilikle yazmış, şiirlerinde de bu çarpıcı çizgiden sapmamıştır. Alacakaranlık bir aşk halinin bütün hakikatiyle rafine olduğu bir şiirdir. Şiirde cam, alev, usta, körük, ateş, cam kırıkları ve kurşun gibi kavramlar anlamı güçlendirmek ve duyguyu karşı tarafa doğru yerde geçirmek için sembol olarak kullanılmıştır. Bachmann sözcüklerle simya yapmaktadır.

Simya ve simyacılık modern bilimin temelini -mistik geleneği terk etmeden- atan bir disiplindir. Maddenin özünü koruyarak değerli madene evrilmesidir. Kurşundan altına giden yoldur. Psikolojide Jung’cu bakış açısına göre bireyin kendine, gerçek kimliğine ulaşma çabası da simyanın bir izdüşümüdür. Simyacıların cam üretiminde de bilgileri ile destek oldukları bilinir. Simya bir mistik, ezoterik yoldur. Bachmann kalemi ve simya bilgilerini, elementler olarak kullarmış ve bir kahin görüsüyle şiiri tamamlamıştır. Önce aynayı kendine tutanlardandır O. Günlük yaşantısını etkileyecek kadar yoran bir şuurla; aynaya, cama ve parlak yüzeylere bakandır O.  II. Dünya Savaşı ve sonrasında çıkan eserlerinde, dönem psikolojisi de göz önüne alınırsa bireyi köşeye sıkıştıran, baskıcı ortamda kendi yansımasını bulmaya, alternatif bir dünya arayışına daha fazla eğilimi olmasına yatkın bir çizgi gösterir.

Budur yaşam belki. Elimizdekileri doğru yere yerleştirmek, yanlış yere yerleştirsek bile kusuru sevebilmek.
Cam sanatı olsun, edebiyat olsun en kıymetlisi bilinci akışına bırakmak olmalıdır belki. Teknik ve bütün doğrular öğrenilir, kurallar ezberlenir. Cüreti olanın ezberi bozması için belki. Maskeler takılır, biraz daha boya, biraz daha sim ve renk diyerek ayakta kalınır ya da kaldığımız zannedilir. Sonra gün gelir tıpkı camın alevde değişmesi gibi maskelerdeki süsler tutmaz olur, dökülür. İşte bu noktada artık değişim başlamıştır, camın alevde dağılması gibi siz de bir ateş topunun içinde durumdan duruma geçersiniz, Bu bir var oluş hikayesidir. Artık hiçbir şey öncesi gibi değildir. Hacminiz, çapınız, yoğunluğunuz, suretiniz hiçbir şey aynı kalmaz, bir tek renginiz yakındır aslına, bazen o bile değişir.

Ve sonrası varlık!

Kaynaklar
Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Nilgün Marmara
Toplu Şiirler, Ingeborg Bachmann
Anadolu Camcılığı, Üzlifat Özgümüş
Alice Aynanın İçinde, Emma Chichester Clark (Lewis Caroll’dan esinle yazılmış öykü)

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin