Barış Çelebi, Barış amca, Barış abi, Barış Manço… 7’den 77’ye milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuş; sanatıyla, icralarıyla, kişiliğiyle kendi dönemine ve gelecek nesillere ışık tutabilmiş ender bir şahsiyet.
Entelektüel ve sanatçı kişiliğiyle Türkiye’nin önemli isimlerinden olan Barış Manço, aramızdan ayrılalı 20 yıl oldu. Onca zaman geçmesine rağmen isminin, şarkılarının, ürettiklerinin dillerden düşmemesi kimi akademik çevrelerce âşıklık geleneğinin çağdaş bir temsilcisi, “Modern Evliya Çelebi” olarak da tanımlanması Barış Manço’nun kültür tarihimizdeki yeri ve önemini de açıklamaktadır. Proje koordinatörlüğünü yaptığım ve 2019 Şubat ayında “Bir Dünya Barış’ı” programını yapacağımız 7’den 77’ye Doludizgin Barış ve Sevgi Derneği’nin İstanbul Şube Başkanı olan Barış Manço’nun değerli eşi Lale Manço’yla, Kadıköy Moda’da bir araya gelip Barış Manço’ya dair konuştuk.
“Ben bir şarkıcı olarak gelmedim bu dünyaya, düşüncelerimi aktarmak üzere geldim. Gün geldi şarkı söylemekle oldu, gün geldi bir televizyon programında bir çocuğun saçlarını okşamakla oldu. Gün geldi, Güney Kutbu’nda penguenlerle konuşmakla oldu, gün geldi Ekvator’da suyun nasıl döndüğünü aramakla oldu. Şimdi insan en iyi kendini bilir herkesten önce. Ben de bildiğim kadarıyla kendimi anlatmaya çalıştım. Kendimin doğru olduğuna inandığım şeyleri aktarmaya çalışacağım insanlara.” diyen Barış Manço ile ilgili bakalım Lale Manço neler söylemiş…
Barış Manço ile tanışma hikâyeniz nasıl başladı?
Evet, o bizim hikâyenin kaynağını teşkil ediyor zaten. Benim de keyifli anlattığım bir hikâyedir tabii bu. Zaten herkes biliyordur diye tahmin ediyorum. Biz tesadüfler eseri tanıştık. Benim ablamla Barış aynı apartmanın karşılıklı dairelerinde komşu oluyorlar. Bu arada zaten ablamın eşi ile Barış Galatasaray Lisesinden sınıf arkadaşı. Belki işin kaynağında da bu var. Neyse ben bir gün ablamı ziyarete gidiyorum.
O zamanlar tabii telefonlar çok sık bozuluyor hatta bazen çalışıyor bazen çalışmıyor, bir yere de telefon etmem gerekiyor. Ablam dedi ki: “Karşıdaki Barış’ın evinden telefon et.” Ben, “Utanırım, telefon edemem, kapıyı çalamam, ne bileyim insanlara ayıp olur.” dedim. “Zaten evde kimse yok, Barış plak kaydına gitmiştir.” dedi. Sonra ben gittim, kapıyı çaldım. Barış açtı kapıyı, çok şaşırdım ve o zaman zaten 21 yaşındaydım. Yani biraz toyluk da var tabii. “Telefon edebilir miyim?” diye sordum. “Ben de evlenmeyi kabul edersen, tabii edebilirsin.” dedi. Ben de “Neden olmasın?” dedim.
Ondan sonra girdim, telefonu kullandım. Çıkarken “Bunun parasını ödemeyecek misin?” diye sordu. “Evleneceğiz ya!” dedim. Bu aslında minim, bir komşu espri babında. Fakat o gün hakikaten plak kaydına gitmiş, “Ben Bilirim”in plak kaydıymış o.
Akşam pat diye ablamlara geldi. Ondan sonra muhabbet daha da hızlandı. Yani böyle, benim orada olduğum zamanlarda sık sık gelip gitmeye başladı. Böylelikle yavaş yavaş bir hikâye gelişti.

Tanışma hikâyeniz çok güzel ve dikkat çekici açıkçası. Nikâh davetiyeniz ve nikâh şekeri yerine dağıttığınız plak hakkında bir şeyler söyler misiniz?
O Barış’ın fikriydi. Bence hakikaten çok güzel bir fikirdi. Malum o hikâyede bir muhabbet hikâyesinin, evliliğin tuzu biberi cinsinden olarak nasıl kavgaya dönüştüğünün kaydı vardı. Son derece güzel kayıt oldu ama o her tarafa maalesef ulaşamadı. Yani bizim dilediğimiz gibi bütün davetlilerimize o plağı vermek nasip olmadı. Çünkü bizim nikâhımızın olduğu gün gazetelerde bir haber çıktı: İşte Barış Manço evleniyor, diye. O zaman, nikâh dairesi şimdiki Kadıköy deniz otobüsünün kalktığı yerdeydi, hemen denizin dibinde, önünde de koskocaman bir alan vardı. İşte o alan miting meydanı gibi oldu. O kadar kalabalıktı ki İstanbul’un her tarafından duyan gelmiş, duyan gelmiş. O zaman biliyorsunuz nikâh törenleri şimdi olduğu gibi hemen arka arkaya yapılıyor, bir davetli grubu çıkıyor, öbür davetliler geliyor. Valla biz kendi nikâhımıza çok zor girdik! Çünkü önceki davetliler çıkmadı. Böyle yollar açıldı, biz zar zor girdik. Benim annem, babam, kayınvalidem, herkes salonun dışında kaldı. Benim böyle, kendi çektirdiğimiz nikâh resmim yok, sadece işte davetiyemiz üzerinde olan var, bir de gazetelerde böyle sağımda solumda hiç tanımadığım kafalarla olanlar var.
Ondan sonra biz zor bela nikâh dairesinden çıktık, resmen izdiham oldu. Bizi oradan resmen kaçırdılar. Bir faytonla gitmiştik o zaman nikâh yerine, faytona attılar kaçırdılar bizi oradan. Sonrasını bilmiyorum, millet plakları kapışmış… Bende bile bir tane var.
Zaman içerisinde de olanları bir resim çekelim, bir şeyler yapalım diye aldılar, bir daha geri gelmedi. Tek bir tane var…
Aslında o dönem otomobil varken faytonun olmasının da geleneklerle bağlantısı var diyebiliriz öyle değil mi?
Evet, o da enteresan bir hikâye doğrusu. Benim çocukluğumda, faytonlar böyle dolmuş yerine taksi yerine kullanılırdı, şimdi Adalarda olduğu gibi. Kadıköy’de de vardı onlardan. Öyle değişiklik olsun diye faytonla gidelim dedik. Zaten çok kısa mesafeydi. Tesadüf eseri de bizim faytonun faytoncusu (gülüyor) Barış’ın babasının bir zamanlar seyisiymiş. Öyle de bir denk düştü işte. Babasının ruhu şad olsun. Onunla da böyle bir varlığı varmış olmuş gibi oldu.
Nikâhla devam ediyoruz madem buradan hemen Doğukan ve Batıkan’a geçeyim. Doğukan ve Batıkan ismi nasıl ortaya çıktı, bildiğim kadarıyla bu isim Türkiye’de daha önce bir çocuğa verilmemiş?
Evet, isim olarak yoktu. Şimdi ben bazen Doğukan diye soyadına rastlıyorum ama isim olarak ilk Doğukan’dır bu ismi taşıyan. O da işte zaten Barış’ın bence evrenselliğinden kaynaklanıyor. Yani doğu ile batıyı her zaman bir şekilde birleştirmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Doğukan, Doğukan olunca otomatik olarak öteki de Batıkan oldu elbette. Allah’tan daha fazla ileriye gitmedik!
Üçüncüsü ne olabilirdi acaba?
Bilmem. Üçüncüsü olsaydı bir kızım olsun isterdim. Ona da böyle bir kan diye isim koyar mıydık, bilmiyorum.
Aslında, Barış ağabey bir şarkısında kızım olursa Ceylan, oğlum olursa Ozan koyarım diye yazmış.
Tabii, tam âşık dilinden gelen isimler. İlk başta öyle konuşulmuştu evet ama bence Doğukan orijinal bir isim oldu, Batıkan da ilk. Barış da zaten Türkiye’deki ilk Barış. O zamana kadar Savaş ismi var fakat Barış ismi hiç yok tabii. O dönemin barışa özleminden konulmuş bir isim. Öyle işte, baba oğul ikisini de taşıyorlar.
Barış Manço’nun eşi olmanızın yanı sıra sanat ve televizyon dünyasında da onun yanında aktif olduğunuzu biliyoruz. O konulardan biraz bahseder misiniz bize?
Bir sanatçının eşi doğal olarak onun hayatının birçok alanında yer almak durumunda oluyor. Belki herkes için değildir ama bizim için öyle oldu. Yani nasıl oluyor, konser varsa sahne arkasında kostümü ile ilgileniyorsun, konser hazırlıklarında yardımcı olmaya çalıyorsun ya da hayranları ile yazışmalarında mektuplarını tasnif ediyorsun. Bir özel yardımcısı hâline geliyorsun bir şekilde. Tabii belki herkes yapmıyor olabilir. Bence işin en keyifli taraflarından bir tanesi çünkü zor bir hayat sanatçının hayatı. Eğer onun parçasından tutmuyorsan çok dışında kalıyorsun ve aradaki mesafeler açılıyor. Bu şekilde bir ortamı paylaşarak farklı bir sinerji yaratılıyor aile içerisinde. Televizyon programının içerisinde de aynı şekilde devam ettim. Ben herhangi bir televizyon eğitimi falan almadım. Benim okulum Barış Manço oldu elbette. Zaten birçok yerde Barış okul olmuştur benim hayatımda. Tabii ki bizim beraber bir gezmişliğimiz yok, hayata bakmışlığımız, aynı şeyleri görmüşlüğümüz var. Yani aynı şeyleri düşünme şansımız vardı. Özellikle bu konuda ben onun ne isteyebileceğini biliyordum o benim ne yapabileceğimi biliyordu. Onun için bence doğru kararlardı, yani çok basitlerden yola çıkmıştık.
Zaman içerisinde ben de birçok şey öğrendim, o da artık benim ne yapabileceğimi öğrendi; güzel bir çalışma oldu. Sonra yavaş yavaş bu farklı alanlara geçmeye başladı. Mesela kliplerin içerinde kostümlerle ilgilenmeye başladım. Kliplerinin çoğunda benim dokunuşum mutlaka vardır. Kostümlerde özellikle, kadın karakterlerde vs. Öyle öyle, her alanda yavaş yavaş öğrene öğrene yükseldim diyeyim. En son işte, programın bitimine doğru “Adam Olacak Çocuk” programının yönetmenliğini ben yapıyordum.

Barış Manço benim için bir okul, dediniz. Bu okulun size kattığı en kıymetli şey nedir?
En kıymetli şey… Bir kere hepsi kıymetli. Çünkü çok değişik aşamalarda gitti bu okul. Dediğim gibi, ben Barış’ın hayatına girdiğimde 21 yaşındaydım, aramızda biraz fark vardı. Tabii ki onun toleransını öğrendim. Hayata bakışı öğrendim, hayattan öğrenmeyi öğrendim, bu bence çok önemli. İnsanın kendini geliştirmesini öğrendim. Çok şey öğrendim.
“7’den 77’ye” programı, Türkiye’de yapılmış ilk, eşi benzeri olmayan bir program. Onun başlama fikri nasıl ortaya çıktı?
Ondan bir sene önce TRT Çocuk Dairesinden, şimdi rahmete anmak istiyorum, Canan Meral, o Barış’a böyle 13 programlık çocuklarla ilgili bir program teklif etmişti. Hakikaten de orada çok güzel bir program örneği çıktı ortaya. Yani Barış çocuklarla iletişiminin kendisi de ne kadar iyi olduğunu gördü. Ondan sonra bu programın üzerine gidildi, Barış’ın kadim dostu Erkmen Sağlam’la beraber böyle bir program projesi üzerinde konuşulmaya başlandı. Bu arada Savaş Manço da bu programın içerisinde yapımcı olarak vardır zaten. Bu program fikri doğdu, bence Türkiye’de TRT dışında yapılmış olan bu anlamdaki ilk programdır. Ama mesela “Adam Olacak Çocuk” bölümüne bakacak olursanız aslında bu programı çocuk programı olarak değerlendirdiler ama başlangıcında aileye hitap eden, ailenin bütün bireylerini içine alan bir program olarak düşündü. Yani “Adam Olacak Çocuk”la çocuklara hitap edildi ya da dünya gezileri ile büyüklerin dünyasına girildi.
Biz özellikle, mesela pazar günü saat 11.00 gibi bir zaman dilimi istedik. Bununla bütün aile kahvaltı sofrasında olsun beraberce, işte hem çocuklar hem büyükler bir olayı paylaşsınlar diye düşündük. Bence bir de çocuklar açısından da çok önemliydi çünkü ilk defa bir çocuğu birey olarak karşısına alan birisi vardı. Hep çocuklara bir şey anlatıldı yani masallar anlatıldı, işte şarkılar söylendi, böyle programlar vardı ama çocuğun kendisini anlattığı, kendinin bir şeyler yaptığı ve başkalarına mesaj verdiği ilk programdı bu.
Zaten program sayesinde Barış ağabeye fahri doktora da verildi Pamukkale Üniversitesinden sanırım.
Evet, çocuk psikolojisine ve eğitimine katkısından dolayı, öyle bir doktorası var gerçekten.
Aslında Barış Manço’ya baktığımızda çok yönlü bir insan. Sanatçı olmasının yanı sıra gazetecilik de yapmış.
Evet, bir sene gazetelerimizden bir tanesinde bir köşesi vardı. Orada bir sene boyunca hep yazdı.
Bir de sinemacı yönü var, bir filmi var.
Evet, o film bence çok güzel bir filmdi. Yani o dönemin komedi filmlerine bakacak olursanız çok tutarlı ve şirin bir film olduğunu düşünüyorum. Niye devam etmedi? Bir kere sinema oyuncusu olmak gibi bir düşüncesi yoktu tabii ki. Bir de aynı karakter üzerinden gidilmesi gerekirdi. Belki o zaman o Mahir karakteri üzerine ki o zamanlar yoktu, bir şeyler yazılsaydı belki olurdu. Ama şimdi hep aynı tip saçlar, bıyıklar vs. bunu ne kadar farklı karakterde oynatabilirsiniz ki? Onun için belki düşünmemiştir.
Vefatının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen “7’den 77’ye” hâlâ herkesin sevgilisi. Üstelik yeni yetişen nesil de Barış Manço’yu biliyor ve çok seviyor, bu sevginin sırrı nedir?
Onu ilk önce bir kere anne babalara ve öğretmenlere sormak lazım. Ben bu konudaki ilk krediyi anne babalara ve öğretmenlere veriyorum. Çünkü onların içlerine Barış Manço’nun var olduğu dönemin anneleri, babaları, öğretmenleri öyle bir sevgi yerleştirmiş ki çocuklarına aktarmayı becerebilmişler. Onun için burada ilk önce onlara teşekkür ederim, bu sevgiyi yaşattıkları için. Bir de Barış’ın evrensel dili bence çünkü söylediği şey her dönem herkes için geçerli olabilecek güzelliklerden oluşuyor. Anlatmak istediği şeyler bütün insanların içinde var olan, hâlâ yaşayan ve hep yaşayacak olan değerler. Bu değerler taşındığı için herkes şu anda Barış Manço’yu anlayabiliyor. Yani, bir dönemsel durumu anlatıp oraya hapsolmadı. Hep olacak değerler, hep yaşayacak değerler üzerinden devam etti. Bugün bir Barış Manço şarkısını söyleyen gençler de sözlerini ve verdiği mesajı anlayabiliyor çünkü hâlâ bu değerler var. Herhâlde bu sevgi bundan kaynaklanıyordur.
Barış Manço, âşıklık geleneğini devam ettirmesi yönüyle Hacettepe Üniversitesinden fahri doktora almıştı. Onun bu yönüyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Esasında, bunun Türk müziğinin o dönemki oluşumuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Barış Manço’nun sahneye çıktığı o senelerde çok fazla gelişmiş bir şey yok. Yani müzik yok alaturkanın, klasik Türk musikisinin dışında. Ben de hatırlıyorum o dönemlerde hep yabancı orkestralar burada müzik yapar, çalardı. Tek tük Türk orkestraları da, işte caz orkestraları gibi, yabancı müzik yapardı. Sonradan bu arayış başladı işte: Neden kendi popüler müziğimizi yapmayalım?
Tabii ilk kaynaklar da malum bizim kendi türkülerimiz, kendi edebiyatımız, halk edebiyatımızdan teşekkül etmekte. O dönemki Cem Karaca olsun Fikret Kızılok olsun, Erkin Koray -Ersin ve Dadaşları unutmuyorum bu arada- bunlar bu halk müziğinden yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalıştılar. Daha doğrusu onları popüler müziğe uyarlayarak çok da başarılı oldular. Sonra yavaş yavaş kendi müziklerini yapmaya başladılar bu yolda. Mesela Barış, daha benimseyerek daha kendi mahlasıyla sürdürdü bu geleneği. Herhâlde o yüzden diye düşünüyorum.
Barış ağabeyin kendini farklı kaynaklardan beslediği aşikâr. Zaten bildiğimiz kadarıyla dünyayı 13 kere gezmiş biri. Çok gezdiği kadar çok okuyan biri miydi?
Tabii ki çok hızlı okurdu fakat çok hızlı öğrenirdi. Barış gibi bu kadar yoğun neredeyse günde 18 saat çalışan bir insanın okumaya nasıl zaman ayırdığını merak ediyorsunuz. Yani hızlı okur hızlı öğrenir, ne okuyacağını önceden bilirdi. Spesifik, kendi konusuyla alakalı, öğrenmek istediği konularda okurdu ve çok bilgilenirdi. Ben bazen bu kadar bilgiyi nasıl saklayabiliyordu diye şaşırarak bakardım.
Daha çok hangi alanda okurdu?
İlgilendiği her alanda okurdu, bir de tabii çok iyi bir eğitimden geliyor. Önce Galatasaray Lisesi, arkadan Belçika’da Kraliyet Akademisi zaten iyi bir altyapı var.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bugün burada onu tekrar büyük sevgiyle anıyorum. Bugün Barış’ı kaybedeli tam 20 sene oluyor. 20 sene esasında çok uzun bir zaman gibi görünüyor insana ama öyle değil. Eğer hayatınızın her döneminde devamlılık varsa hâlâ yaşıyormuş gibi geliyor insana. Biz sürekli olarak devamlı yâd ettiğimiz ve onunla beraber olduğumuz için böyle hissetmiyoruz. Yani bana 20 sene uzunmuş gibi gelmiyor.
Barış’ın cenazesi bence Türkiye’nin görmüş olduğu en büyük cenazelerden biriydi. Hatırlıyorum, Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan anma töreninden sonra dışarıda binlerce insan vardı ve bu binlerce insan yürüyerek Dolmabahçe’den geçmişti, bütün Dolmabahçe trafiği kapanmıştı. Levent Camii’ne gidildi, Levent inanılmaz doluydu. Aynı insanlar Kanlıca Mezarlığı’na kadar Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçtiler. Ben böyle bir şey olabileceğini zaten televizyonlarda gördüm.
Herkes beraber ağladı. Bir cenazenin bu kadar birleştirici olduğunu bence Türkiye o zaman gördü. Onun için ben hep dedim ki 3 Şubat Türkiye için “Barış ve Sevgi Günü” olmalı. Çünkü sevgi etrafında olursa insanlar, o zaman barış içinde yaşayabiliyorlar.
Acaba Lale hanım, Barış Manço’nun paralarını yiyip sonrada başkası ile evlendiği halde neden Manço soyismini kullanıyor? Bunu yaparken hiç utanmıyor mu? Havva hanım Barış Manço ile ilgili hiç bir alakası kalmayan bu hanımefendi ile söyleşi yaparak Barış Manço sevenlerine hakaret etmiş olmuyor mu? Havva hanım hangi vasıfla orada oturuyor bunları merak ediyoruz.