Eşek Gözleri

Eşek Gözleri

“Ölenin gözleri önünden bir an kayıp geçtiği söylenen o ‘bütün hayat’ın bu gibi hayallerden, cüce bizlerden hangi görüntüler edindiyse öyle görüntülerden bir araya geldiğini düşünüyorum  kendi kendime…”    

Walter  Benjamin- Parıltılar

Çok çalışırdı. Kendini inkâr edercesine çalışıp, heykeller, kuklalar, takılar, maskeler yapıp satardı. Eline ne geçerse o kadar yaşardı. Her türlü malzemeyi kullanır, bazen ışıltılı bazen donuk şeyler yapardı. Zamanda geriye gitmek gibi bir takıntısı vardı ayrıca. Böyle umarsız, ütopik, mantıkla açıklanamayan geçmişi tamir etme arzusu. Olduğu yaştan geriye üçgen gözlü bir zaman teleskobuyla baktığında dumansı, kaotik bir aile tarihinden geçtiğini görürdü. Arada o teleskoba takılırdı gözü. Gözünü üçgen merceğe ne zaman dayasa varlığındaki her şey ketleniyordu. Üretemiyor, yazamıyor, yaşama dair onu ayakta tutan her şey durağanlaşıyordu.

“Benim gücüm en çok neye yetiyor ?” diye konuşurdu kendisiyle arada.
“Ben neyin dışavurumuyum Yüce Göz?
Uzunlu kısalı hangi kenarlar oluşturdu beni!? Ey Yüce Göz?”

Böyle böyle yazar ve yaratırdı. En güzel şeyleri yapardı ama hep bir çirkinlik bırakırdı yaptıklarının bir köşesine. “Mükemmelsin…” dediklerinde hep o çirkin tarafı gösterirdi, hatta gözlerine sokardı, öyle bir hiddetle sanki o büyülü şeylerden, başka bir ruhtan çıkarmış gibi. Bu çirkinlik ve kötülük, üçgen gözlü teleskopta gördüğü kaosun dışavurumuydu. Zamanın O’na en ışıltılı çirkinliği getirmesine az bir zaman kalmıştı.

Bir Anadolu şehrinde kalburüstü sınıfa mensup bir ailenin kızıydı. Maddi kolaylıklar manevi zorluklar gelgitinde yaşamış, kanatları sökülmüş ama onları tekrar çıkaracak -kanatsa da çıkaracak- bir güç taşıyordu içinde. Dünyada büyük ölçekte yaşanan iktidar kavgalarının aile ölçeğinde tam içine doğmuş, alet edilmiş bir ruhtan ne çıkarsa güzellik ve yeteneğinin de desteğiyle öyle parıltılar çıkarmıştı eserleriyle.

Bir gün, iki gün, üç, dört, iki yüz, üç yüz gün derken birkaç seneye yayılan durağan bir dönem.

Eserlerinin alınmayışı, satılmayışı, yazamama, yaratamama ve en önemlisi tuhaf, kötücül insanların karşısına dikilip bir yıkım girişimine başlamaları. İnanıp güvenip işe başlayıp para kaybetmesi, yaptıklarına iyi davranılmaması, vitrinlerden, basından uzak tutulmak… Hep başlangıçlarda bir ışıltı için kullanılıp, daha sonra görmezden gelinmek.

“Ben neyim? Varoluşun hangi fazıyım ey Yüce Göz ?
Biçimim mi bozuldu ? Neden bozulur biçim, hep o üçgen mercekli geçmiş teleskobu yüzünden mi!?”

İnsanlar, insan şekilleri… Çukur gözlüler, el ayak kemikleri çıkık, bozuk yapılılar, az saçlılar, gam ve güç yüklüler, gücü nereye savuracağını bilemeyenler, televizyondan yükselen ötekine, onlara, bunlara haykıran sesler. Hepsi bir bozukluğun, güdük kalan ruhların kristalleşmesiydi. Gördü, karşılaştı, tarttı, anladı. Bilgiler yük oldu.
Güdük, cüce ruhlar istilası içinde kaldı…
Mutlu fotoğraflara giren, iyi giyimli, güzel yer, güzel yemek insanlarıyla yaşadı.
O da katıldı onlara. Yaptıkları, yazdıkları büyülese de hep bir buruk koku yayıldı O’ndan etrafa. Ölmek üzere olanın, içeride erimiş, nemlenmiş, dışarıya atılamamış olanın kokusu.

“Biçimi bozulmuş bir için
Tütsülenmiş yanık kokan bir bilincin
Arzunun ve ürkekliğin
Arafta bırakan korkusuyla
Büyüyen göz
Ufalan biçim
Büyüyen göz
Ufalan biçim
Kocaman bir göz”

Bunları yazdı atölyenin ışık almaz, güneş görmez bir köşesinde. Farkında değildi ne yazdığının, sözcüklerin gücünün, düşüncenin etrafa yaydığının.

Kendine hediye verecek kadar iyi hissediyordu. Bu kadar inziva, kendini kazıma yeter diye geçirdi içinden. Her yaptığı parçanın sonunda dışarıya çıkıp mahallenin en güzel pastanesinden en sevdiği çikolatalardan alıp yiyecekti. Her gün bir tane yeterdi, hem motivasyon hem mutluluk nesnesi. Bir anlık ama gününe yetecek olan çocuksu bir esrime.

Pastaneye gittiği her gün farklı çalışanlarla karşılaşıyor, dönüşümlü olarak iki üç garsonla muhattap oluyordu. Vitrinin tam arkasında, mutfağa yakın loş girişte yüzünü tam göremediği bir adam hep aynı yerde O’nu izliyordu. Yaklaşık iki ay aynı rutin devam etti. Üzerinizde bir uğuru taşımak, bir toteme inanmak gibi bir ritüeldi bu. Pastaneden çıktığında hatırladığı iki şey şık çikolata vitrinleri ve arkadaki loşluktan bakan eşek gözü denilen iri ve güzel bir çift gözdü.

“Oruçlu adam sokakta su içen kadını tartakladı.” Televizyonu açtığında haber bülteninde geçen haberlerden biriydi, “Hep oluyor ve olacak. Dine tutunmuş kötülüğe bahane bulmuş bir adam daha…” diye düşündü. Atölyede çalışmak üzere evden çıktı, hediyeyi hak edeceği süre kadar çalıştı ve yine aynı rutini yapmak için çıktı. Ramazandı ve etrafta az insan vardı.
Pastaneye girdi, kapalı gibi diye düşündü. Ne masalarda ne kasada kimse yoktu. O gözleri aradı, onlar da yoktu.

“Kapı açık olduğuna göre birisi gelecektir mutlaka yardımcı olmaya” diye içinden geçirip bekledi, vitrinin arkasından mutfak tarafından kafası görünmeyecek şekilde o gözler göründü, her zamankinden daha kısa ve hatta cüceliğe yakın bir görüntüsü vardı. “Hoş geldiniz hanımefendi. Sanırım yine pralinlerden istiyorsunuz. Öyle değil mi? Geldiğinize göre niyetli değilsiniz ya da birine hediye mi götüreceksiniz ?” diye sordu. Bakışlarında hayranlık vardı. Bu sefer daha da açığa çıkmış bir şekilde, gizlemeden kendinden emin bir şekilde belli ediyordu.

“Oruçlu değilim… Evet evet aynı pralinler…” dedi şaşkınlıkla. “Bu sefer farklı bir şey sunacağım size, bunlar yeni reçeteyle yapıldı…” diyerek elinde tepsiyle vitrinin arkasından salona doğru geldi. Elinde gümüş tepside çikolatalarla bir cüce ona hayranlıkla bakıyordu,

“Bunları size ikram etmek istiyorum, kabul eder misiniz?” diye sordu.

Eşek gözlerinden yaşam enerjisi ve umut fışkıran bu iki kahverengi boncuk, nice güzel kıyafetlere, güzel erkek ve kadınlara, parlak mekânlara bedeldi. Pastanenin sahibi değildi, sadece bir çalışandı. İnsanları görebilmek için çikolata vitrininin arkasında taburede ayakta durduğu için önceki gelişlerinde anlamamıştı bu zarif, güzel gözlü adamın bir cüce olduğunu. Bir tane denedi ve lezzet hazzında boğulmadan teşekkür edebildi. Bu tuhaf çekim karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranmak istemedi. Kutuyu aldı ve pastaneden ayrıldı. Basamakları düşünerek indi.

“Büyüyen göz
Ufalan biçim
Büyüyen göz
Ufalan biçim
Kocaman bir çift göz”

Kendi gerçeğini yazıya döküp çağıran, bir bilinç isteyince neler yapmazdı. Büyüklerin “iyi saatte olsunlar” dedikleri gibi bir durumdu bu.

Cüceler de cinler gibidir. Sonsuzluktan haber getirirler insan soyuna. Saklı olanın, konuşulamayanın dökümünü yaparlar. İnsanın kendisinde eksik olanın -saçsızlığın, bacaksızlığın, güdüklüğün o her neyse- uzak olanın parçasıdır onlar, bulmuşken tutmak lazım o cüceyi. Sana senden haber getirdi. Korkma bacakları senin gibi değil diye. Ona yerin altından fısıltıyla söylenenler var. Yine o üçgen mercekli teleskobun yanına gitti. Eski çarşıda, mağazaların arasında bir fısıltı gibi duran mezarlıkta, babaannesinin her alışveriş sonrası kimseye aldırmadan sesli dua okuyuşu geçti merceğin önünden. Utanırdı insanların bakışlarından ama utanma der gibi göz kırpardı mezarlıkta yaşayan o evsiz cüce.

Günler geçti, kutudaki çikolatalar bitti. “Tam zamanıdır” dedi içinden. Kitapları, çikolata kutularını, cam kürelerini çantaya doldurdu. Güneş alan yeryüzünde ne gördüm ki uzun bacaklı görmeyenlerden başka. Zihnin bütün sinsiliklerini, sevgiyi diline dolayıp en ufak çıkar çatışmasında sürüngenleşenleri, sevgiyi bile faşizm aleti yapanları mı saymalı? Bak say say, fark et fark et bitmedi. Bak “Diane sana diyorum, mış gibi ve sığ fotoğraflardan kaçıp ucubelerin fotoğraflarını çeken Diane, efsane Diane! Yerin üstünden bıkıp yerin altına kaçan Diane. Bak ben de bir cüce buldum, elinden tutup yanına geliyorum.”

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin