Plajdaki Aynayı Kim Kırdı?

Hamza Kaan

Plajdaki Aynayı Kim Kırdı

“Sözcükleri biraz karıştırarak ve gülünç olduğumu da hissederek hızlıca,
bu işe güneşin sebep olduğunu söyledim. Salonda gülüşmeler oldu.”

Albert Camus – Yabancı

Eğitim sistemimizden iki cümle yadigâr kaldı bana. Biri her zaman çok sevdiğim coğrafya dersinden. “Yazları kurak ve sıcak, kışları ılık ve yağışlı.” Doğup büyüdüğüm toprakları anlatıyor. Diğer cümleyi ise kullanmaya devam ediyorum. Derslerde öğrencilerin de kafasına kazınmıştır muhtemelen. “Durum öyküsünün ülkemizdeki temsilcisi, Sait Faik’tir.” Öğrenciler soruyor tabii, “Hocam tam olarak ne oluyor şimdi bu durum öyküsü? Karakterin durumunu mu anlatıyor?” Gülmeyin. Orada olsanız çoğunuz açıklayamazsınız. Sahiden, ne anlatır durum öyküsü?

Plajdaki Ayna, Sait Faik’in en neşeli öykülerinden biri. İçerdiği mizahın dozu, tam da o dönemde sıkça rastlandığı gibi ne fazla ne az. Güldürmese de gülümsetiyor. Fakat okurken daldığınız o gülümseme çok geçmeden kaybolmaya başlıyor, çünkü bu aynı zamanda Sait Faik’in en hüzünlü öykülerinden biri. Dozu yine iyi ayarlanmış, ağlatmasa da hislendiriyor.

Hikayemiz, anlatıcının plajda kırılan bir aynayla ilgili bilgi vermesiyle açılıyor. Söylentilere göre sonradan deli olduğu anlaşılan bir adam kırmış aynayı, ya yüzüne bakınca gördüğü çirkinliği hazmedememiş, ya da aynacılıkla uğraşırken bir sebepten delirince gördüğü her aynayı kırmaya başlamış. Neyse ki anlatıcı bu işi kendisinin yaptığını itiraf ederek bizleri birçok yanılgıdan kurtarıyor. Tek sorun, neden kırdığını bir türlü söylememesi. İddiası şu ki, bunu kendisi dahi bilmiyor.

Karakterimiz hakkında bilgimiz oldukça kısıtlı. Hızlı bir flashback yapıp o günün erken saatlerine dönüyoruz. Zeytin ağacının altında bir çocuk oynuyor, ona doğru yaklaşan karakterimizi görüyoruz. Bu noktadan sonra epeyce uzun bir diyalog başlıyor, Sait Faik’te görmeye hiç alışık olmadığımız kadar uzun. Mavi gözlü bir çocuk bu, dokuz yaşında, babası ölmüş, annesi sağ. Boyacı olmak istiyor ve doktorları sevmiyor çünkü annesini pahalıya tedavi ettikleri için iki gün aç kalmışlar.

Ahmet Abi’si olmasa ne yaparlarmış kim bilir; ekmek getirir, para verir, hatta bazı geceler onlarda kalırmış. Her neyse bizim mavi gözlü çocuk, yaramazın tekiymiş aynı zamanda, okulda öğretmenden dayak yiyip dururmuş. Sonunda atılmış zaten. Biz çocukla sohbet ederken annesi geliyor, muhabbete dahil oluyor ister istemez. Ahmet Abi’den laf açılınca sövüyor, o sövünce çocuk sinirlenip elindeki zeytinleri bizim anlatıcının suratına fırlatıp kaçıyor.

Sonra eve geçiyoruz anneyle birlikte. Kadının parası ödeniyor, yalnız kalıyorlar derken bir de görüyoruz ki çocuk izbe kulübenin duvarının üstüne çıkmış onları izliyor. Annesi “Aldırma, alışıktır.” diyor ama karakterimizin içi rahat değil.

Üstelik çocuk ikide bir cebine topladığı zeytinleri kafasına fırlatıyor. Bizimki üç beş metelik atıyor çocuğa gitsin diye ama nafile, o delici bakışlarını üzerlerinden bir türlü almıyor. Öyle ya da böyle, işlerini bitiriyorlar ve anneyle çocuğu orada bırakıp soluğu plajda alıyoruz. Denize atıyoruz kendimizi. Bu esnada çocuğun bakışları zihnimizde capcanlı duruyor, “Piç ne biçim bakıyordu adama.”diyerek hatırlıyoruz.

Sait Faik, son derece belirgin imgeler kullanıyor bu öyküde. Örneğin ayna var; benliği, ikizliği, çıplaklığı temsil edebilir. Ya da su var; arınmayı, sığınmayı ve çıplaklığı gösterebilir. O da olmazsa cinsellik var; kirlenmeyi, savunmasızlığı ve yine çıplaklığı işaret edebilir. Ve akıllı bir okuyucu bu imgelerdeki ortak noktayı şıp diye tespit edebilir. Adam kendini kirlenmiş hissetti, denize koştu ama rahatlayamadı. Öyle olunca da benliğini ortadan kaldırmak için tutup aynayı kırıverdi. Bingo! Fakat hayır, anlatıcı kabul etmiyor bunu.

“Bana sen aynada kendini apaçık bütün vuzuhiyle, çirkinliğiyle, pisliği adiliği ile görmüşsün. İşte onun için de… Şiddetle hayır, derim. Siz gülümser aynada bütün insanlığı, bütün çirkinliği ile kendi vasıtanla sezer gibi olduğun için, insanların bütün denaetlerini,. sefaletlerini… Vallahi de hayır, billâhi de hayır!”

Eh ne yapalım, inanmak zorundayız. Ona göre aynayı kırmasının hiçbir sebebi yok. Hatta bir yerden sonra isyan ediyor bizim gibi meraklı okuyucularına.

“O halde sen bayağı delirmişsin, diyeceksiniz. Neden böyle söylüyorsunuz canım? Bir plâjın pis aynasını hiçbir şey düşünmeden, şuursuzca eğilip yerden bir taş alarak, hatta o taşı denizin durgun yüzünde dört beş kere sekdirmek içinmiş gibi alarak, aynayı isteyerek bile değil kazara da denemez, şöylece kırıvermek… Neden olmasın?”

Tamam, üstüne varmıyoruz. Ama bunu bir yere not ettim ben. Hemen hemen aynı dönemde yaşamış başka karakterleri hatırladım çünkü. İkisi de buna benzer olmadık işlere girişip, yaptıklarının bir sebebinin olmadığını savunmuştu. Onlardan bir tanesi Mersault, nam-ı diğer yabancı. Plajda arkadaşına sataşan Araplardan birini hava sıcak diye, Arap’ın elinde tuttuğu bıçaktan gözüne güneş yansıdı diye beş kurşunla deliş deşik etti. Hapis yattı, mahkemelerde süründü.

Çok sordular neden yaptığını ama o bir türlü anlatmadı. Anlatacak bir şeyi yoktu çünkü; öldürmeyi ya da öldürmemeyi tasarlamamıştı. Bir anda, öylece, herhangi bir şeymiş gibi vurmuştu Arap’ı. Mahkeme boyunca herkes hakkında konuşup dururken o, vantilatörlerin üflediği havayla bir sağa bir sola dönüp duran hakimlerin yakalıklarını izlemiş ve bunları düşünmüştü.

Diğer karakterimizin adı, Zebercet. Anayurt Oteli’ni işletirdi. Müşterilerine kibar davranır, yatmadan önce mutlaka ayaklarını yıkar ve gecikmeli Ankara trenini beklerdi. O tren bir türlü gelmeyince yanında çalıştırdığı temizlikçi kadının odasına girer, uyandırmadan arkasından yanaşırdı.

Günün birinde sessizce arkadan yanaşmaktan sıkıldı, arada bir gelip otelde kalan genç çift gibi olmak istedi. Kapı arkasından dinlerken duyduğu kadının “Ohh nasıl da seninim!”diyen sesini arzuladı temizlikçiden. Kaldırmaya çalıştığı halde yanında hareketsiz ve tepkisizce yatması ağırına gitti ve boğdu kadını. Yatağın altındaki kediyi de boğdu sonra. İlerleyen günlerde mahkeme salonuna uğradığında, yargılanmakta olan bir katile hâkimin ısrarla neden öldürdüğünü sorması üzerine, kendi kendine düşünürken şöyle dedi:

Bilemiyorum nedensiz olamaz mı ağır bir söz söylemek vurmak ya da konuşmamak vurmamak bir şeyler uydurmamı istiyor yaptığımı yasaların daracık bir bölümüne sığdırmak…”

Zebercet de aynayı kıran anlatıcımız gibi bir neden bulamıyor bu yaptığına. Hatta bir gece rüyasında kendi mahkemesini görüyor. Avukatı cinayet savunması yapacakken hâkim durduruyor konumuz bu değil diye. Bu kez kadının neden öldürüldüğünü anlatacak oluyor avukat ama hâkim gene susturuyor, “…sanık kadını değil kediyi öldürdüğü için yargılanıyor deyip göz kırpıyor…” Zebercet kendi vicdanına kadını öldürmeyi kabullendirmiş ama kedi konusunda anlaşamamışlar belli ki.

Günler ilerledikçe Zebercet’in işi zorlaşmaya başlıyor. Akşamları rakı içse, sinemaya gitse, horoz dövüşü izlese de geçmiyor ‘bunaltı’sı. En sonunda tıpkı işlediği cinayetlerde olduğu gibi –güya- sebepsizce öldürüveriyor kendini.

Bizim anlatıcı da kabul etmese bile vicdanıyla ufak tefek sorunlar yaşıyor. Öykünün kurgusuna baktığımızda, sabahtan yaşanan olayların hiç de sıradan olmadığını görüyoruz. Ufak tefek bir çocuğun gözleri önünde, üstelik arada bir çocuğa birkaç metelik fırlatarak annesiyle birlikte oluyor. İçinde bulundukları o mahzen gibi kulübede olmaktan da en az bu eylem kadar rahatsız. İşi bittikten sonra plaja varınca dönüp bize sesleniyor sanki.

“Plâja temizlenmek, bir şeyden silkinmek, ferahlanmak için mi koştum. Hayır, yalnız mahzenden çıkar çıkmaz kuyudan sıcağa çıkarılmış bir testi gibi terlemiştim. (…)Elime baksam bu ıslaklığın ter olmadığını, tepemden kan sızdığını anlayacakmış gibi oldum. İşte o zaman tepemden kan sızdığını sanarak denize koşmuştum.”

Kabul etmiyor bir türlü. Yaptığı her şeyin farkında ve bundan ötürü bir çirkinlik, kirlenmişlik, suçluluk duymuyor. Denize giriyor çünkü kafasından kan sızdığını zannediyor. Ona göre bütün mesele tamamen fiziksel bir yanılsamadan ibaret. Fakat biz yine de temkinli olacağız. Çocuk sabahtan beri zeytin taneleri atıyor diye mi kafasının kanadığını düşündü acaba? Biraz daha inceleyelim şu öyküyü.

“Yolumun üzerinde denize girinceye kadar hiç bir şey görmediğimi sanıyordum. Halbuki serinlik vücudumu kaplar kaplamaz bir yeşil ot, bir harabe, bir çocuk, bir duman, bir tren yolu, bir köpek gördüğümü hatırladım. Sonra kadının çocuğunun gözlerini gördüm. Sırtımda idiler. Piç ne biçim bakıyordu adama.”

Şimdi görüldüğü üzere, anlatıcımız olayları yaşarken bazı parçaları birleştirmek istememiş. Basit bir savunma mekanizmasına benziyor. Bazen bir durumla karşılaşırız ve aslında ne denli önemli ya da sıkıntı verici olduğunu sonra sonra anlarız hani, onun gibi. Kadın ve çocuğun gözleri artık anlatıcımızın kafasının içinde bir yerde duruyor, gitmiyor bir yere. Devam ediyoruz.

“Deniz suyu iyi geldi. İyi gelmesi de mühim bir şey değil. Yalnız şunu anladım da rahatladım ki kafamdan sızan kan değil, termiş. Öyle olsa deniz kıpkırmızı kesilirdi. İşte deniz suyunun yalnız bu faydası oldu. Yoksa hâlâ şakaklarım zonkluyordu. Hâlâ serinliğin; denizin içinde terliyordum. Hâlâ o abdesthane kokulu, serin, çok serin bir mahzen havası, gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama; ne zaman istesem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu.”

İşler zora girdi. Anlatıcımız bir anne şefkatini arar gibi kendini denize attı ama nafile. Çocuk hala oralarda. İfade ettiği gibi, bir ruh halindegeziniyor. Plajın eski aynasına bakar gibi olduğunda sırtında gezinen o mavi bakışları görür gibi mi oldu, o yüzden mi hiçbir şey yokmuşçasına yerden bir taş alıp öylece kırıverdi aynayı, bilmiyoruz.

Hatta bence yazar da bunu bilmek zorunda değil. Ama bence plajdaki o ayna, durduk yere kırılmadı. Kendi özünü, kendi özüne karışmış olan çocuğun, annesinin ve Ahmet Abisinin aklından hiç çıkmayacak özlerini yok etme uğruna kırıldı. Ama elbette işe yaramadı. Ayna büyük bir şangırtıyla parça parça olup anlatıcımızın sırtındaki özleri yok eder gibi olduysa da, varoluşuna zerre zeval gelmedi. Sartre “Varoluş, özden önce gelir.”demişti ama o bunu nereden bilebilirdi?

Her neyse ısrar etmiyoruz. Neden kırdıysa kırdı. Söylemiyor işte.

Sait Faik’in bu öyküsünü iki açıdan Yabancı’ya ve Anayurt Oteli’ne benzetiyorum. İlki nedensizliğe yapılan vurgu. Toplumun değer yargıları mı dersiniz, ahlaki yükümlülükleri mi yoksa doğuştan beri süregelen davranış kodlarının eleştirisi mi dersiniz, bilemiyorum.

Görünen şu ki, bu üç karakter de tek başlarına olmayı ve eylemlerinin sebepleriyle sonuçlarını yalnızca kendilerine açıklamakla kalmayı benimsemişlerdi. Birinin adı ‘yabancı’ idi, kalabalıktan uzak olmayı seviyordu. Diğeri ‘sonradan deli olduğu anlaşılan’ biri olmayı kabullenmiş, hatta bu yakıştırma hoşuna bile gitmişti.

Zebercet ise ani bir bilinç akışının içinde “İlle gerekli miydi başkaları?”diye soruyordu kendine. Başkaları olmadığında neyi neden yaptıklarının da önemi azalıyordu çünkü. Benzettiğim ikinci husus ise üç karakterin de şiddete doğru giden bir yolda önce yalpalayarak, sonradan hızlanıp koşarak ilerlemeleriydi.

Mersault Arap’ı, Zebercet kadını ve kediyi, anlatıcımız ise aynada gördüğü her şeyi öldürerek kendi kaderlerini çizdiler. Mavi bakışlı çocuğu, onu hırpalayıp duran annesini, bazı akşamlar orada kalan Ahmet Abisini ve annesine para verip kucağına oturtan kendisini öldürdü plajdaki aynayı kırarak. Her ne kadar bunu inkâr etse de anladık biz, ama ısrarla sormayacağız nedenini.

Çünkü yakalayamadık kendisini, aynayı kırar kırmaz kaçtı. Bir ağacın altında saklandı, cigara tüttürdü, akşamın olmasını bekledi. Sonra kalktı yerinden, dudağına bir vals yerleştirdi, ellerini pantolonunun ceplerine sokup ıslık çalarak, herkes gibi, aynayı kıran o değilmiş gibi geçip gitti önümüzden.

Bizse o günden beri merak ediyoruz, sahi neden kırıldı bu ayna?

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin