Her okurun iyi bildiği gibi, bir hikâyenin var olabilmesi, onun yazı veya söze dökülmesine ihtiyaç duyar: Yani bir anlatıcıya. Anlatıcı yoksa hikâye de yoktur. Peki tam olarak kimdir bu anlatıcı? Rolünün sınırları nedir? Anlatıcıyı yazardan ayıran şey nedir? Edebiyat dünyasında en çok söz konusu edilen konulardan biri de bu anlatıcının konumu meselesidir.
Ortalama bir okur, kurmacanın olay örgüsüne ve karakterlerin yazılmış kaderlerine kendini o kadar kaptırır ki anlatıcıyı düşünmez bile. Kurmaca üzerine biraz kafa yoran okurlar ise anlatıcıyı aramaya, hissetmeye ve hatta sorgulamaya başlar. Bize bu hikâyeyi anlatan kim? Neleri görüyor, neleri eksik veya tam aktarıyor?
Bu sorular sadece okur için değil, kurmacayı oluşturan yazar için de geçerlidir desek yanlış olmaz sanırım. Edebiyat tarihi boyunca yazarlar kendi konumlarını ve anlatıcının sınırlarını sorgulamış, kimi tamamen gizlenmeyi tercih ederken kimisi de bir ses, bir parmak izi veya bir öğüt bırakmak istemiş. “Sanatçının, toplumu ve insanı anlatma konusundaki tercih ve eğilimleri, ‘anlatıcı’nın konum ve işlevini de tayin etmiştir diyebiliriz” (Tekin, s.23).
Bilinçli ya da bilinçsizce yapılmış olsun, yazarın eserde kendini göstermesinin dereceleri vardır. Örneğin romantizm akımının sanatçıları, yazar olarak gizlenmeyi tercih etmemişler ve olay akışını sıklıkla keserek okura doğrudan seslenirlerdi. “Batıda, 19. Yüzyıl sonlarına kadar romancı kendini biraz ahlakçı, az buçuk da filozof sayardı. Onun için de hikâyesini anlatırken araya girerek karakterler hakkındaki düşüncelerini açıklamayı, davranışları ahlak açısından değerlendirmeyi, insan tabiatı üzerinde bilgeliğini ortaya koymayı yazarlığın bir görevi olarak bilirdi” (Moran, s.60).
Olayın arasına girip böyle bilgelikler yapan bir yazar sesi, okurun gözünde bir karaktere dönüşme eğilimi de gösterebilir. Romantiklerin yanı sıra onlardan etkilenen Türkçe yazın dünyası da eserlerde ahlakçılık girişimlerinde bulunuyordu. Akla ilk gelen isimlerden biri elbette Ahmet Mithat Efendi’dir. Okuru eğitmeyi amaçladığını açıkça söyleyen Ahmet Mithat, eserlerinde okura “işte buradan çıkarmamız gereken ders şudur” gibi öğütlerde bulunuyordu. Yani okuru, yazar olarak yönlendiriyordu. Fakat Ahmet Mithat’ın çok ayrı bir yerde duran bir eseri vardır: Müşahedat.
Postmodern edebiyat olarak tanımlanan eserlerin ilk örneklerinde, bazı yenilikçi yazarlar, sonradan üstkurmaca adını alacak denemelere giriştiler ve bu denemelerin en bariz ayrıcalığı kurmaca yazma sürecini yine bir kurmacada anlatmaktı. Bu anlatı tarzı da bir “yazar-karakter” diyebileceğimiz kişiyi doğurdu. Üstkurmacaya dahil olan bu “yazar-karakter”, henüz üstkurmaca tanımlaması bile bilinmezken Ahmet Mithat’n Müşahedateserinde kullanıldı.
Kendisi bu eserin önsözünde belirttiğine göre, natüralizm etkisinde bir roman yazmaya girişmiştir ve o kadar “natüral” bir roman yazacaktır ki, kendisi de hikâyenin içinde olacaktır. Romantiklerin amacı ahlakçılıktı. Postmodernistlerin amacı ise sorgula(t)mak ve kurmacanın farkında vardırmak. Peki Sait Faik’in amacı neydi?
Kırlangıç Yuvasındaki Kadın öyküsü ortalama bir betimleme ile başlar. Denizin kenarında bir hamal kahvesinin içinde sıradan bir günün tasviri yapılır. Bahardır, soba borusunun duvardaki boşluğu kapatılmamıştır çünkü kırlangıç yuvası oradadır. Kırlangıç yuvasında ise bir kadın yaşamaktadır. Bir sayfa sonra ise şu cümleleri okuruz:
“Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size?”
Sanki okur olarak algılarımıza müdahale ediliyor ve zihnimize yol gösteriliyor değil mi? Peki bu cümleleri söyleyen kim? Devamına bakalım:
“Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse bir Abasıyanık’ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini, çekmediğini anlatmaktan, bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim.”
Bu cümleleri söyleyen, bize seslenen kişi Sait Faik’in kendisiymiş anlıyoruz. Peki bizim bildiğimiz, biyografilerini okuduğumuz, kanlı canlı Sait Faik midir bu? Tam bu noktada değinmemiz gereken bir ayrım yapıyor Umberto Eco: Ampirik yazar ve örnek yazar ayrımı. Bir kurmacada sesini duyduğumuz ve varlığını hissettiğimiz yazar, gerçek hayatta yaşayan, her gün belirli işler yapan, nefes alan yazarın kendisi değildir.
Bu bahsettiğimiz yazar ampiriktir, örnek yazar ise eserin içine işlemiş olan üslubun kendisidir. Tabii ki Eco’nun bahsettiği şey, direkt olarak okuyucuya seslenen yazarları işaret etmiyordu. Eserin her ilmeğine izini aktaran o gizemli sesten bahsediyordu.
Bu ayrıma dayanarak, Kırlangıç Yuvasındaki Kadın öyküsünde sesini duyduğumuz yazarın, 1906-1954 yılları arası yaşamış olan, okullarda veya işlerde tutunamayan, siroza yakalanan kişi olmadığını söyleyebiliriz belki de. Bize seslenen Abasıyanık’ın tamamen bir üsluptan oluştuğu da söylenebilir ama bence bu cümleler, ampirik yazar ile örnek yazar arasında bir yerde duruyor. Ne Abasıyanık’ın kendisi ne de ondan tamamen bağımsız bir örnek.
“Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne de fotoğrafta göremedim de, tuttum, sarı saçları vardı, dedim. Gözleri yaradana yan bakardı, dedim. Akşamları iki kadeh içerdi, dedim. Şuna güler, şuna üzülürdü, dedim. Ona çok haksızlık ettiler, dedim. Zengine sövdüm. Fakirine enayi gibi acıdım. Neredeyse dünyaya nizamat vermeye kalkacaktım.”
Öykünün çerçevesinden dışarı çıkıp bize kendini anlatmaya çalışan bir kararkterle karşı karşıya hissediyoruz kendimizi. Bir yazma olayından bahsediyor, kendini tasvir ediyor. Bu gibi özellikler bu öyküye, üstkurmaca tekniğinin örneğini kazandırıyor.
“Oturup dedikodular, olmamış şeyler, olup da kimsenin takmadığı hikâyeler, düzeltemeyeceğim işler, daha doğrusu, ne aynada, ne fotoğrafta kendi kendimi göremediğim halde, başkalarını değil anlamak, görürmüşüm gibi onlara dair sözler söylemek, içim çekmiyor bugün. İstersem kırlangıç yuvasına bir kadın oturtur, saçlarını taratırım. İstersem kırlangıç yuvasına ateşböceğinden bir avize takarım, istersem kırlangıç yuvasındaki kadına, sanki günahmış gibi, günah işletirim bu ışığın altında.”
Yazma serüveni devam ediyor bu samimi sesin. Yazar-anlatıcı-karakter üçgeni arasında kalmış, canı sıkılan ve hayal dünyasının sonsuzluğundan çekip çıkardığı herhangi bir detayı bize anlatmakta serbest bir ses. Bizim onu beğenmemiz, eleştirmemiz, okumamız çok da umrunda değil sanki. Yazma işinin kendisi umrunda olan. Ahlaki kurallardan, estetik endişelerden, aklın hakimiyetinden uzak bir tutum bu. Bu özellikleri onu gerçeküstücülüğe yaklaştırıyor sanki. İbrahim Kavaz, Kırlangıç Yuvasındaki Kadın’ı bu özelliklerinden ötürü, Sait Faik’teki gerçeküstücülük yansımalarının ilk adımı olarak göstermiştir (Gündağ, s.61). Devam edersek:
“Ne yapayım, benim zanaatım da bu, yazı yazmak. Yazı yazıp ekmek yemek. Yazmak demek, aklıma ne gelirse kâğıda geçirmek değil elbet. Ama ben aklıma ne eserse yazan cinsindenim, ne yapayım? Bu zanaat da pek geçmiyor. Doyurmuyor. Ama bir defa tutulmuşuz. Kızıyoruz. Birbirimize giriyoruz. Yine de insanoğlundan söz açmaya uğraşıyoruz.”
İşte Eco’nun bahsettiği ve örnek yazarı temsil eden o üslup bu cümlelerin her birinde gizli. Sait Faik’in o samimi, açıksözlü, sade ve çarpıcı üslubu karakter kendisi de olsa başkası da olsa değişmiyor. Bir yazar, kendi üslubunu kurabilmişse ve okuruna hissettirebiliyorsa başarılıdır denir. Sait Faik’i başarılı kılan pek çok etkenden biri de nazikçe ördüğü bu üslup olsa gerek. Tamamen eril bir mekân olan kahveye bir kadın kondurmuş, kafasının bulanık ve canının sıkkın olduğunu söyleyerek o kırlangıç yuvasından kendi dertlerini anlatmış.
Kaynaklar:
Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, 2012
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, 2013
Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Can Yayınları, 2013
Özlem Tarhan Gündağ, Guy de Maupassant ile Sait Faik Abasıyanık’ın Öykülerindeki Ortak İzlekler ve Karşılaştırmalı İçerik Çözümlemeleri, Yüksek lisans tezi, 2009