“Usdışı, insanın özlemi ve bunların baş başa verişinden doğan uyumsuz, işte zorunlu olarak bir yaşamın erişebileceği tüm mantıkla sonuçlanması gereken dramın üç kahramanı.”
Albert Camus, Sisifos Söyleni
İnsan bazen sadece bir şeye inanır. Ağaçların arasından görünüveren yeni aya, çiçek açmış erik ağacına, bir yol kenarında kendiliğinden oluşmuş gelincik tarlasına ya da yağmurlu bir akşamüstüne… Böyle anlar, eğer yitirmişse ya da yitirmek üzereyse, insanın umudunu tazeler.
Doğanın armağanları sürekli yenilenir, alışkanlıkları insanınki gibi sıradan değildir. Her gün aynı kalabalığın içine karışmak, aynı marketten ekmek almak, eve aynı yollardan dönmek, her gün aynı işi yapmak insanı bir süre sonra usandırır ama doğanın değişimi insanda her daim coşku yaratır.
Sait Faik de insanın içinden geçen bu tür manzaraların ressamıdır. Kimseyle paylaşılamayan anlık ürpertileri, küçük sevinçleri, kendi kendini avutmaları, sürekli karışan, değişen duygularıyla insanın içindeki renkleri hikâye eder.
Behçet Necatigil “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nde onun hikâyeciliği için “Sait Faik, yığınlar içindeki gizli dramları bulup çıkardığı gibi tabiat senfonisini de derinlere işleyen bir ustalıkla yaşatmasını bildi. İnsanları, kırları, denizi, tabiat köşeleri ve hayvanlarıyla, yaşamayı bölünmez bir bütün olarak gördü. Kalemini güzelliklerin hakkını aramak, vermek, göstermek uğrunda kullandı.” der.
“Yağmurlu Hava” da duyguların değişimini izleyen, yaşamın kısa bir ânının hikâyesidir. Hikâyenin isimsiz, cesaretsiz, kendine güvensiz kahramanı yaşama sevinciyle doludur. Hikâye onun pişmanlık cümleleriyle başlar: “Bunu yapmamalıydım. Fakat oldu. Çok ayıp ettim. Halbuki pek mühim bir şey değildi. Fakat hâlâ utanıyorum.”.
Yağmurlu bir caddenin görüntüsü ve uyandırdığı hisler ona hiç yapmayacağı bir şeyi yaptırmıştır. Gerçek yaşamın değil; kendi dekore ettiği, o anda yazdığı oyunun baş aktörüdür. Bu hisleri coşturan, ona hiç düşünmediği şeyleri yaptıran yağmurlu bir akşamdır yalnızca. Aslında kendisi değil, dünya bir başkadır. Camus’nün uyumsuz insanına benzer: “Bir tek şey: dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, uyumsuz budur işte.”
Hikâyenin zamanı adımlarla ölçülür. Yağmura göre hızlanan, yavaşlayan, bir saçak altına sığınan, aceleyle yürüyen adımlar. Kahramanımız da o yağmurun altındadır. Caddeyi adımlayan pek çok insanın aksine yağmuru sever. Kar yağarken, bir de sağanaklı havalarda insanların harikulâde güzel olduklarını düşünür. Adımlarını yağmura uydurur. Üzerinde üç-beş bardak bira içmiş olmanın, her baktığını hoş gördüren sarhoşluğu vardır. Bu sarhoşluk da düşünme biçimini etkilemiştir. Yeni okuduğu bir sözü içinden tekrarlar: “Dünyayı güzellik kurtaracaktır.”
Dünyayı alışkanlıklar, kentin yağmursuz havada daha çok ortaya çıkan çirkinlikleri, insanların kötülükleri değil güzellik kurtaracaktır. Tıpkı edebiyatın yaptığı gibi. Edebiyat; güzelliğe, insanın kalbinde daha önce ulaşılmamış noktalara giden yoldur. Her güzellikte olağan dışı bir şey vardır. Yağmurlu hava gelip geçicidir ama insan böyle havalarda daha önce dikkat etmediği güzellikleri görebilir, baharsa keskinleşen kokular başını döndürebilir, yağmur insana hiç yapmadığı bir şeyi yaptırabilir.
Caddede yürürken yanından güzel bir kız geçer. Adımlarını onun adımlarına uydurur. Kızın karşısına çıkacak cesarete sahip değildir. Bu aynı zamanda onun kendine, kendince saygısını gösterir. Kılığı pejmurde, görünüşü çirkin, şapkası komiktir.
Kızın arkasından değil karşısından yürüse kız belki de onu beğenmeyecek, dinlemeden yanından geçip gidecektir. Yazar böyle düşünmemizi ister. Yağmurun kızın saçlarında pırıl pırıl parladığını görür, aklından kötü dizeler geçer: “Saçına yağmur…” Şiiri süsleyecek zaman yoktur. Kızın adımları bir tütüncüde durur, kız Fransızca bir mecmua satın alır ve bu dil o anda ikisinin arasında bir bağ kurar. Bir oyun yaratmalı, dekorun içine bir sahne kurmalıdır ki; gerçek hayatta cesaret edemeyeceği şeyi yapsın. Aklından kızla Fransızca konuşmak geçer. Yağmurun ince ipliklerle caddeye bağlanması gibi, bu incecik bağa tutunur.
Italo Calvino da bir yeri anılaştıran koşullar için, “Düş gücünün bir yeri benimsemesi, orayı kendi tiyatrosu yapması için o yerin bir içsel manzaraya dönüşmesi gerekir.” demiştir. Sıradan bir manzaranın içine bir sahne kurulur. Bu sahne sıradanlığı aşmak için küçük bir adımdır yalnızca ama hikâyenin akışını değiştirir. Okuru da sahnenin içine çeker. Yolun sonunda herkes eski yaşamına, bildik alışkanlıklarına dönecektir.
Kızın peşine takılır. Kız arkasından yaklaşan birinin Fransızca konuşmaya başlamasının tuhaflığının farkında olsa da onu dinler: “Hiç başınızı çevirmeyiniz. Yalnız söylemek ihtiyacı içindeyim. Siz başınızı benim tarafıma hiç çevirmeyin. Bir adam düşünün birkaç bardak bira içmiştir. Hiç tanımadığı, fakat birdenbire harikulâde güzel bulduğu bir insana bir şeyler söylemek ihtiyacındadır.”
Sadece konuşmak ister. Konuşmak ve bir gölge gibi kızı izlemek. Bir gölge gibi sessiz, göze çarpmadan, hiçbir ağırlığı yokmuşçasına… Bu sahneye dışarıdan bakan biri arka arkaya yürüyen iki insan görür. Bu iki insan aynı yöne gitmektedir. Biri belli belirsiz konuşmaktadır. Yağmur hızlanır, kız yavaşlar. Birbirleriyle bir bağları yokmuş gibi görünür. Ama sahne gördüğümüzün, kavradığımızın ötesindedir. O anda onlar bir oyunun içindedir. Sahnesi yeni kurulmuş, birkaç adım sonra sona erecek bir oyun.
Bu fark edilmez sahne, hikâye kahramanı için sığınak olur. Kız manzarayı tuhaf bulsa da oyunu bozmaz: “Yüzümü bile görmeyeceksiniz. Bir daha birbirimizi görsek tanımayacağız. Siz bana bu yağmurlu havanın verdiği en güzel arkadaşsınız.”. Böylece kahramanın yüzüne istediği biçimi verebilir. Bu durum okur için de geçerlidir.
Yürüdükleri yol tramvay yoludur. Taksim’e doğru yürürler. Hikâyenin sonunu da adımlar belirler. Kız birdenbire hızlanır, adımlarının yönü değişir, belli belirsiz bir selam verir, Taksim’deki apartmanlardan birine girer. Her ikisi de bu karşılaşmadan mutludur. Camus’nün Sisifos’u gibi, “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
Günümüze dönersek; dekor değişmiştir, hikâyenin geçtiği cadde yara almış, ağaçlarını yitirmiş, betona gömülmüş, çirkinleşmiştir. Onu da ardımızda bir gölge gibi görmek, eski halini hatırlamak isteriz. Kahramanlar zihnimizde dolaşır. Belki bu caddede böyle bir an yaşanmıştır, belki de yaşanmamıştır. Bunun önemi yoktur. Hikâye okundukça yeniden canlanacaktır. Hikâyeyi bilen caddenin eski halini anımsayacaktır.”