“Köyün tam orta yerinde koskocaman, koyu bir gölge veren dut ağacı vardır” cümlesiyle açılır “Dükkancı“. Köy, hangi köy bilinmez. Çukurova’nın sıcağında cehennem gibi yanan o köylerden biri daha diye düşünürsünüz, “hangi köy “sorusuna cevaben. Hem, ne fark eder? Yaşar Kemal kaleminin resmettiği tüm öykülerde olduğu gibi yokluk, yoksulluk, yoksunluğu bol, kavurucu sıcağının “kamaş kamaş gözleri“ tanıdık, ezilmeyi kanıksamış insanları birbirine benzer o köylerden biri işte, dersiniz satırlar arasında ilerlemeyi sürdürürken. Ama durun bakalım!
Bu dut ağacı: “dışarda sıcak yeri göğü kavururken onun kapkara, koyu gölgesinde insan terlemez bile.” İşte bu, yeni dersiniz. Yeniyi görebilmenin hevesi, uçarcasına dolaştırmaya başlar gözlerinizi sözcükler üzerinde. O sıra “dükkân“ görünür olur: O koskoca dutun gövdesinin bir köşesine dayanmış dükkânın içinde ve dışında olan bitenin kendini açık edeceği bir öykünün kapısını aralarsınız. “İnsan “yüzüyle, bedeniyle, sözüyle ve suskusuyla oradadır. Dükkânın içinde, öyküye adını veren dükkancı: Mehmed Efendi. Tam adıyla Darendeli Mehmed Efendi. Dükkânın dışında -temmuz, ağustos aylarında herkes tarlada olduğu için- birkaç yaşlı, birkaç haylaz çocuk, kimi kadınlar.
Sıcak aynı sıcak, yoksulluk aynı yoksulluk, ezen ve ezilenin konumu dahi güçlü ve yazara özgü sözcüklerle karşınızdadır. O köyde, köylülerden daha yerli Mehmed Efendi’nin resmi, bir fotoğraf tarafsızlığında çizilir ilkin. O fotoğrafa vurulacak fırça darbeleriyle tarafsızlığın üstünün çizilmesine henüz vakit vardır. Kimsenin kaç yıldır orada olduğunu bilmediği Mehmed Efendi’nin birkaç yılda bir memleketinden gelip-giden çocuklarından, köydeki bekar hayatından, iki yılda bir memleketine gittiğinde köyün ıssızlaşmasından dem vurulur.
Bu ne menem bir adam demeye kalmadan fotoğrafa ilk fırça darbesi, Mehmet Efendi’nin köyün kadınlarıyla gizli anlaşmasının açık edilmesiyle vurulur. Köyde kocasından gizli un, zahire verip dükkândan öteberi almayan kadın yoktur. Mehmed Efendi ile kadınlar arasındaki değişim aracı zahiredir. Öyle ya, kadınlar para görmez. Mart gelip de unluk kalmayınca dost Mehmed Efendi kadınların ilenmelerinin öznesine dönüşecektir.
İkinci fırça darbesi, Mehmed Efendi’nin dükkanından köyün her evine gizli bir ağın uzanışının vurgulanmasıyla gelir. O noktada bilgiyi çıkarına hizmet edecek güce dönüştürmenin kurnaz ve sinsi yüzü görünmeye başlar Mehmed Efendi’nin çoktan nesnelliğini kaybetmiş fotoğrafının üstünden. Karakter yavaş yavaş, öykünün ana kişisiyim diye mırıldanmaya başlamıştır zihninizin köşesinden. Yoksulluğu beslerken semiren, köydeki kızların kime, nasıl varacağını yahut kaçacağının ayarlamasını yapan, her türlü zayıflığı ve zaafı çıkarının aracına dönüştüren ve tüm bunları şaşılası bir masumiyet iddiasının ardına gizleyen bir portre, başlangıç aşamasındaki fotoğrafın üstünü örter. Öykünün ana kişisi Mehmed Efendi’dir, buna şüphe yok diye düşünürsünüz. Ta ki…
Ta ki, dükkânın dışı insan dolana dek. Yaşlılar vardır örneğin. Dükkânın önünde bulunan tahta peykelerin üstüne bağdaş kurup otururlar. Mehmed Efendi’nin yazar dokunuşlarıyla oluşturulmuş portresini görmesine görürler ama gördükleri asla dillerine vurmaz. Allah esirgesin. Dükkân olmazsa halleri nice olur? Bir de çocuk vardır, on yaşlarında. O da sabahın ilk ışıklarıyla – yaşlılardan bile önce – damlar dükkânın önüne. Yeri bellidir onun da. Kapının karşısı. Elinde değneği, çenesini değneğine, dizlerine dayar. Hiç konuşmaz. Ağzını açmaz. Yalnızca dinler. Adı deliye çıkmıştır: Deli Süllü. Kimsenin laf söyleyemediği, söylese de dinletemediği, dinleyiciliğine keskin ve güçlü bir adalet duygusu eklemiş suskunluğuyla hemen gözünüze batar Deli Süllü. İlerleyen sayfalarda Deli Süllü’nün dükkancının haksızlıklarının karşısında korkusuzca -Mehmed Efendi’yi de derinden korkutan- duruşuna tanık olduğunuzda, öykünün ana kişisi hakkındaki aceleci yargınızı gözden geçirmek zorunda kalacaksınız.
Komşu Yerliyokuş köyündeki -daha ucuza mal veren- rakibini köyden sürdürmek karşılığında, bir delikanlının, köydeki bir kızı kaçırmasını ayarlayan Mehmed Efendi’nin dükkanında çıkan yangın sonrası köylülerle birlikte sizin de gözünüz Deli Süllü’ye çevrilecek. Ayaklarından bir ağaca asılma cezasını gıkını çıkarmadan çekişi, ana kişiye dair şüphelerinizi artıracak. Köye gelen çerçinin, köy çocukları tarafından taşlanarak savuşturulması işinin arkasındaki Mehmed Efendi’nin karşısında durabilme cesareti gösteren tek kişinin Deli Süllü oluşuna şaşırmayacaksınız. Adaleti –kendince- sağlamaya yönelik eylemlerinde, on yaşındaki Deli Süllü’ye gizlenmiş bir İnce Memed arayışından kendinizi alamayınca emin olacaksınız. Öykünün ana kişisi işte bu ağzı var dili yok Deli Süllü’dür. Dinsizin hakkından gelen imansızın olmayacak bir resmidir.
Köyün ve köylünün başına gelen her olmaz işte, “ben masumum” diye bağıran Mehmed Efendi’nin her sinirlendiği, telaşlandığı veya korktuğunda göbeğinin üzerinde tuttuğu saat kordonuna bağlı saati çıkarıp-çıkarıp yerine koyması zaman zaman aklınızı çelse de gönlünüz öykünün ana karakteri için Deli Süllü’yü seçti bir kere. Mehmed Efendi’nin, gazabından korunmak için, Deli Süllü’ye dükkânın kapılarını ardına kadar açarken, “Al oğlum, al. Ne istersen al! Bu malın hepsi senin. Ne istersen al” demesi, daha büyük bir zarardan korunabileceği küçük hesabının tutmaması, o kurnaz dükkancının dahi Deli Süllü’deki -suskunluğuna tezat- kavrayışı görememiş olduğunun kanıtıdır.
Öykü okundu. Yazarın kendine özgü dilinin ve anlatımının tadı zihninizin damağındayken hala emin değilsiniz. İşini bilir, köylüyü istediği kıvama getirmede usta Mehmed Efendi mi, yoksa çenesinin altına dayadığı değneği ne zaman eline alacağını, zorbadan daha zorba olacağını bilmeyi “delilik” nitelemesinin ardına gizlemede mahir on yaşındaki Süllü mü?
Aradan günler geçiyor, öyküdeki sahneler zihninize fon. Düşünürken bulduğunuz; dut ağacı oluyor. Dükkânı, dükkancı Mehmet Efendi’yi, çığırtkan kadınları, gördüğünü susmayı bellemiş yaşlıları, “ettiğini akıllı etmez” dedikleri Deli Süllü’yü koyu gölgesinin altına toplayan o kocaman dut ağacı, yazarın olmasa bile, sizin ana öykü karakteriniz oluyor.
Usta’nın dehasına konduramadığınız hayran öpücüğünü, o ağacın yapraklarından birine kondurmak çok mümkün görünüyor.