Gustave Flaubert’in, kendi yarattığı roman kahramanı Madam Bovary için “O, benim!” dediği rivayet edilir. Oysa Flaubert, kahramanının tersine, kadın değildir. Evlilikten de uzak durmuştur yaşamı boyunca. Eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri karakteristik bir benzerlik de bulamamışlardır yazar ve kahramanı arasında. O halde, Flaubert neden böyle bir vurgu gereği duymuştur?
Bu kanımca yaratma sürecine bir göndermedir. Onu hayal etmiş olması, dolayısıyla özgünlüğüne kendi düş gücünü, gözlemlerini katmış olmasıdır, Flaubert’i Bovary yapan. İnsan dediğimiz faniyi de başkalarından ayıran özelliklerin başında onun düş gücü, gözlemleri ve bu gözlemlerini kullanabilme becerisi gelmez mi? Bu durumda elbette ki Madam Bovary, Gustav Flaubert’dir. Farklı bir açıdan bakarak şunu da diyebiliriz: Yazar, romanı kurgulama ve yazma aşamasında kahramanla arasında benzerlikler kurar. Büyük romanların arka planında belli belirsiz de olsa bunu görürüz.
Peki bu noktada şunu sormaktan kaçınabilir miyiz: Yazar bağlamında “insan”larla “roman kahramanı” arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir? Bu soruya benzerlik yönünden verilebilecek ilk yanıt sanırım roman kahramanlarının da biz faniler gibi bir doğal coğrafyaya ve kültürel coğrafyaya doğmuş olmalarıdır. Ancak farklılık da hemen bu noktada başlıyor. Biz ölümlüler, doğal ve kültürel coğrafyanın içinde yetişiriz, yaşadıklarımızı bu iki ortam belirler büyük oranda. Bir anlamda doğal ve kültürel coğrafyanın tutsağıyızdır. Oysa roman kahramanları, doğal ve kültürel coğrafyayı aşabilirler. Başka türlü söylersek: Bir romanın kahramanı eğer doğal ve kültürel coğrafyasını aşabiliyorsa, o iyi bir romanda başarılı bir karakter demektir.
Bunu örneklendirebiliriz: Gonçarov’un, romana da adını veren kahramanı Oblomov’u hatırlayalım. Dünyanın her yerinde, her çağda doğal ve kültürel coğrafyalarda iyi, tembel, müşkülpesent, kararsız insanlarla karşılaşmanız, Oblomov gibi düşünüp yaşayanlara rast gelmeniz mümkündür. Oblomov, doğduğu coğrafyayı aşabilmiş bir karakterdir ve zaten bunun için unutulmazdır. Viktor Hugo’nun Sefiller’indeki Jean Valjean da öyle değil mi? Ahlâkın çöküşünü, din ve gündelik hayat ilişkisini, iyi-kötü çatışmasından doğan insaniliği her doğal ve kültürel coğrafyada görmez miyiz? Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’u, bunca zaman sonra bile gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden sık sık hatırlatmaz mı kendini?
Roman kahramanları insanların bileşkesidir
“İyi” romanlardaki “yaşayan” kahramanlar, yazar açısından insanların bileşkesidir. Başka bir deyişle, kahramanlar “hayalin gerçekliği, hakikatin hayali”dir, onu kurgulayan için. Çünkü yazar dediğimiz kişi, kendi doğal ve kültürel coğrafyasında, gündelik hayatın çemberinin içinde elinde büyüteciyle dolaşır; herkesin göremediği bir rengi, kıvrımı, çizgiyi, dokuyu görür. Böyle böyle biriken “gözlemlenmiş insanlar”, hep birlikte bir roman kahramanına dönüşebilir. Sözgelimi, Adalet Ağaoğlu’nun üç romanlık dizisinin (Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Hayır) ana kahramanı Aysel, başarılı bir bileşkedir: Entelektüeldir, akademisyendir, kadındır, eştir, sevgilidir, karamsardır, mutsuzdur, sosyalisttir… Türkiye yakın tarihine panoramik bir bakışla yöneldiğimizde Aysel’in bu tabloya cuk oturduğunu görürüz.
Orhan Kemal’in “Murtaza”sının da çok başarılı bir bileşke olduğunu söyleyebiliriz. Önceleri gece bekçisi, sonraları fabrika kontrol memuru olan Rumeli göçmeni Murtaza’nın görev anlayışı koşulsuz itaat, sonsuz dürüstlüktür. Toleranssız, hoşgörüsüzdür; gözlerimi kaparım vazifemi yaparım’cıdır. O unutulmaz sözü, olağanüstü bir bileşke olduğunu ne güzel imler: “Almışım amirlerimden terbiye, görmüşüm kurs. Görseydin kurs, alsaydın sıkı terbiye büyüklerinden, konuşmazdın böyle cahil sözler. Bilirdin yüksektir bir vazife her şeyden.” Murtaza, Çukurova’da feodaliteden kapitalizme evrilişin yok ettiği kişiliklerin bileşkesidir bir bakıma.
Yazarların yarattıkları kahramanların, gözlemlerinin bileşkesi olduklarını düşündürecek örnekler de çoktur. Yine Murtaza’yı işaret edebiliriz. Edebiyat tarihçisi Nurer Uğurlu, Murtaza’nın ana gövdesini, Adana’da bir banka şubesinde hademelik yapan birinin oluşturduğunu söyler. Hatta rivayete göre, romandan bazı bölümleri bu kişiye okumuştur; aldığı yanıtın aynen şöyle olduğu söylenir: “A be bu adam beni nereden tanır? Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana’da, hemi de bu sıcakta? Neden yazar beni kitaplar? Ya okurlarsa amirlerim, bu yolda istemem laubalilik.”
Roman kahramanlarının bileşkesi insan
Romanlardaki karakterlere, okur açısından baktığımızda ise, aslında bizlerin, roman kahramanlarının bileşkesi olduğumuzu söylemek çok da yanıltıcı olmayacaktır. Okur, bir romanı eline alıp sayfa sayfa ilerlemeye başladığında romanın kahramanıyla tanışma faslı başlamıştır. Bu tanışma süreci, romanın son sayfasına kadar sürer. Romanın ana karakteri başarılı değilse, tanışıklık orada sona erer. Başarılı romanların sağlam kurgulanmış kahramanları ise tam da bu noktada, yani roman bittikten sonra yaşamaya başlarlar. Başka bir deyişle, başarıyla kurgulanmış bir roman kahramanı, unutulmayan, okurla yaşamaya devam eden, onu zenginleştiren, dış dünya ile bağlarını güçlendirendir. Bu bağlamda okuru kurgulayan, onu yeniden şekillendirendir. Sözgelimi; herhangi bir şehirdeki izbe, yarı karanlık, gri boyalı duvarları, eskimiş masalarıyla hepimize itici gelen bir devlet dairesine girdiğinizde ve masaların ya da bankonun ardında size bıkkın bir yüzle bakan bir memurla karşılaştığınızda aklınızdan geçenler, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını okumadan önce başkadır, okuduktan sonra ise bambaşka! Bu roman hayatınıza girmişse, masanın ardında oturan o silik yüzün ardında bir Raif Efendi olabileceğini düşünürsünüz; davranışınızı da ona göre belirlersiniz.
Bir Anadolu kasabasında yolunuz düşer de uzaktan tabelasını gördüğünüz bir otele giderseniz, lobide sizi karşılayan uykulu yüzün Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet olabileceğini şaşkınlıkla ve biraz da ürpererek düşünür ve ona göre konuşur, ona göre davranırsınız. Çünkü o kitap ve kahramanı hayatınızı değiştirmiştir artık.
Murtaza’yı bu açıdan da örnek verebiliriz. Bir devlet dairesinde, hastanede, şurada burada, elindeki küçük yetkiyi bütün mekânın egemeniymiş gibi kullanmaya çalışan birine rastladığınızda “Murtaza burada!” diye bağırmak gelmez mi içinizden? O romanı okuduysanız tabii!
Örnekleri çoğaltabiliriz. Şunu da söylemek mümkün: Biz aslında okuduğumuz her romanla hayatımıza yeni bir anlam katıyoruz, yaşantımızda yer alacak yeni ve sadece bizim belleğimizde yaşayan insanlara yer açıyoruz. Dahası, birçok romanda kendimizi buluyoruz; bazen sevinerek, bazen mahcubiyet içinde, bazen de sanki suçüstü yakalanıvermişiz hissiyle. Şunu da söyleyebiliriz; bir kerecik bile olsa, kendi kendimize, bir roman kahramanı olduğumuzu fısıldamamış mıyızdır? Bu çok olağan; çünkü belki de hakikat romanlardır da biz kurgulanmışızdır.