Kasabada Flâneur’lük Düşleri!

Kasabada Flâneurlük Düşleri

Bu çok uzun ve dallanıp budaklanan hikâyenin bir yerden başlaması gerekiyor. Aslı ve Burak’la Düşe-yazma edebiyat dergisinden başlayan dostluğumuza ve büyükşehirde bolca aylaklık ettiğimiz günlerin ardından birtakım işlerde çalışmaya başlamamızla hayatımızda nelerin değiştiğine mi gitsem, yoksa bir bahar günü telefonun çalıp “Biz Datça’da kitapçı devraldık” sözlerini duyduğum andaki şaşkınlıktan mı başlamalıyım. Belki de birkaç yıl daha geriye, 2011’e dönüp Le Flâneur kitapçısının açıldığı ilk günden bahsetmeli. Bunlar okuru ne kadar ilgilendirir ve Flâneur’lüğe ne kadar katkısı olur bilmiyorum. En iyisi biraz Le Flâneur Sahaf ve Kitabevi’nden bahsedip arada bir gerilere gitmek, ilerilere sıçramak ya da aheste bir yürüyüş tutturmak.

Le Flâneur kitapçısı Datça’da liman bölgesinde bulunuyor. Vitrininde muhtemel ki Paul Gavarni’nin 1842’de çizdiği Le Flâneur’ün bastonunu havaya kaldırmış bir silueti. Datça’da yazın trafiğe kapatılan limana inen yolun başlarında yer alıyor dükkân. Datça’nın ruhuna uygun olarak kapısında bir not var: “Zaman zaman açık”. Fakat “acil kitap” isteyenler için bir telefon numarası eklemeyi de unutmamışlar. Ufak bir dükkân olmasına rağmen içinde uzun süre vakit geçirebileceğiniz bir yer.

Her bir santimetresi kitap ve Flâneur’lerin ilgi duyacağı, izlemelik malzemeyle dolu. Tabii her istediğinizi bulamazsınız burada ama her istediğinizi bulabildiğiniz neresi var ki dünyada? Önemli olan zaten her istediğinizi değil, düşünemediklerinizi ve aramadıklarınızı bulabilmek değil mi? Kitap formundaki her nesne giremez içeriye, işletmecilerinin -pek beğendiğim- ilgi alanı ve beğenilerine mazhar olabilmiş kitapların şansı vardır. Son dönemde çıkan kaliteli edebiyat eserlerini de bulursunuz, Osmanlıca eski kitapları, gezi rehberlerini, İngilizce, Almanca, Fransızca, Hollandaca, Rusça kitapları da. Bazen elinize eski bir çizgi roman geçer, çocukluğunuza dönersiniz, bazen sevdiğiniz bir kitabın ilk basımına ya da yazarı tarafından imzalanmış nüshasına rastlayıp şaşırırsınız.

Le Flâneur’de her türden kitaba denk gelebilirsiniz. Güncel öykü, roman, şiir yanında, eski ve çok eskiler, ilk baskılar, imzalılar, mecmuaların eski sayıları, eski 45’likler, LP’ler, çocuk kitapları, pullar, zarflar, posterler, haritalardan oluşmuş tam bir cümbüş yeridir.

Aslı’yla Burak burayı devralmadan önce de adı Le Flâneur olan kitapçının adı neden Le Flâneur’dür peki?

Ondan da önce Flâneur’ün kısa tanımını Walter Benjamin’in Pasajlar kitabının çevirmeni Ahmet Cemal’in dipnotundan hatırlayalım: “Bu sözcük Fransızcada “avare gezinen” anlamına gelmektedir ancak, Benjamin’de bir temel kavram niteliğindedir ve yaya dolaşırken, aynı zamanda çevre izlenimleriyle düşünce üreten kişi anlamında kullanılmıştır.” Yani kendini kalabalığın içinde gizlemiş ve modernitenin ürünü kenti kendine üretim alanı olarak seçmiş bir filozof, şair, öykücü, bilim insanı, gönül adamı ya da tüm bunları ve daha fazlasını sadece sevdiği için yapan biri olabilir. Avcı’nın dipnotunda toparlayıp belirlediği, Türkiye’deki iletişim bilimlerinin kurucusu olarak anılan Ünsal Oskay’ın tabiriyle ise “düşünür-gezer”; yani gezinmenin, düşünmenin gizli biçimi, ekonomik yaşama karışmadan toplumsal hayatı gözlemleme, hatta bir tür toplumsal protesto (Bir dipnot nelere kadir!).

Bu bilgi ışığında Le Flâneur Sahaf ve Kitabevi’nin açılışını ilk ağızdan dinleyelim.

2011 yılında bu küçük mekânı bir kitapçıya dönüştüren ve ruhu ilk üfleyen kahramanımız -biz ona şimdilik Renan diyelim- şöyle diyor: “Her şey 1983 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi 2. döneminde Frankfurt Okulu hakkında seminer hazırlama işiyle başladı.” İşte güzel bir hikâye başlangıcı, ODTÜ, 1983, Frankfurt Okulu.

Şimdi anlamınca aktararak devam edeyim. Bu seminer hazırlığında Walter Benjamin’e ağırlık verince kahramanımız, yani Renan, Benjamin’in Le Flâneur anlatısından ve konuyu enine boyuna kavramlaştırmasından büyülenir ve “kalabalıklar içinde yalnız” olma durumu yakasını bir daha bırakmaz, anladığım kadarıyla yaşamı için bir motto’ya dönüşür. Büyük çoğunluğumuzun herhangi bir alanda olmak isteyip de yüzde yüz olamadığımız bir çağda o da tam bir Flâneur olamaz ama mümkün olduğunca Flâneur’lüğe yakınsar, yaslanır. Yine birçoğumuzun olmak istediğimiz, yapmak istediğimiz farklı olsa da çalışmak zorunda oluşumuz gibi o da birçok işte çalışır, fakat her fırsatta işten ayrılıp Flâneur gibi yaşamaya çalışır. Yine kendi ifadesiyle “son ve büyük aylaklık” için kendini erken emekli edip Datça’ya yerleşir, yani kalabalık içinde yalnız olmak değil, ıssızlık içinde yalnız olacağı bir yaşam arzusuyla Flâneur’lükten de emekli olur. Yine de hayatı boyunca aklında ve ruhunda yer eden bu kavramdan uzaklaşamaz ve boş durmayıp bir “kent romantiği” olarak Le Flâneur Sahaf ve Kitabevi’ni açarak ona ruhunu katmaya çalışır ve bu kültür mekânını başka Flâneur’lerin hizmetine sunar.

Peki, gerçekten Datça’da Flâneur’lük yapılabilir mi? Büyük şehirlere, binalarla çevrilmiş sokaklara ve pasajlara ihtiyaç duyan, kendini bu mimari içinde var eden ve buradan kendini kültürel bir varlık olarak inşa eden Flâneur, Datça gibi engin doğası ve denizi, garavillesi, otu, böceği, balı, bademi ve yakın bir geçmişe kadar köy havasında olan sokaklarında aradığını bulabilir mi? Oksijen oranı yüksekliğinden Flâneur’ün aslında aylaklık yapar gibi görünüp çevresindeki tüm ayrıntıları güçlü bir mıknatıs etkisiyle çekip toplayan kafası bulanıp döner de güzelleşir mi?

Özellikle Datça gibi küçük kasabalarda sürekli olarak yaşayan yerleşiklerin, bilinçli tercihleriyle kalabalıktan ve şehrin dezavantajlarından kaçıp, büyük kent yaşamını tadıp buraya gelmişlerin, buralarda karışamayacağı tek şey kalabalıklardır. Tabii bu gibi yerlerde hayatın iki farklı görüntüsü olduğu gerçeğini de dikkate almak gerekir. Yılın büyük bir kısmını sakin ve neredeyse kendi kabuğunda geçiren kişi, dört aylık, ‘sezon’ denilen zaman diliminde kalabalıklara maruz kalır, bu dört ayın iki ayı kaçıp gitmek isteyeceği ölçüde artık alıştığı sakin yaşam biçimini özler hale gelir. Normal dönemde ise kasabada, bir Flâneur gibi kalabalıklara karışmak bir yana, artık kasabanın köpekleriyle bile ismiyle selamlaşır ve adım başı bir tanıdık surat görürken, kendisini bu sınırlı nüfus içinde eritmesi, kalabalık içindeki yalnızlığa erişmesi, Baudelaire’den alıntıyla kim olduğunu gizleme sanatını uygulayabilmesi mümkün değildir.

Pazarda gördüğü suratları, her pazar ve çarşıda yine görür, zamanla tanış olunur, tanışılmasa da ne iş yaptığı, nerede takıldığı, arkadaş çevresi gibi bilgiler istemeden biriktirilir. Bazen günde beş kez gördüğü biriyle tekrar selamlaşmamak için yolun değiştirildiği olur. Hatta yaşanan bu içlidışlı oluş, sınırlı cemaat içinde kendini Poe’nun Kalabalıkların Adamı’ndaki gibi Benjamin’in değişiyle içinde bulunduğu toplumda tedirgin hissetme ve bu yüzden kalabalıklara ihtiyaç duyma hissiyatını yaratabilir. Öyküde olduğu gibi Londra gibi bir büyük şehirde günlerini kalabalıkların içinde durmaksızın dolaşarak ruhunun ferahlayabileceğine inanabilir. Bu durum, elbette kent yaşamına göre çok daha rahat hareket edebildiği zamanlar olduğu gibi birçok durumda toplum baskısını, küçük cemaat içinde kendini farklılıklarıyla kabul ettirip bu kabulü sürdürebilme zorluklarını beraberinde getirir ve bunaldığı zamanlarda kalabalıklara karışmak yerine kendini ıssız koylara, dağlara tepelere vurması, evine kapatması ya da imkânı ölçüsünde büyük şehirlere bir süreliğine kaçması sonucunu doğurur.

Kasabada Flâneurlük DüşleriDışarından, yani büyük şehirlerden Datça’ya bir süre geçirmek için gelenler için ise durum biraz daha farklıdır. Bu ziyaretçilerin birçoğu sezonda geldiğinden, geldikleri yerdekine benzer büyük bir kalabalıkla karşılaşırlar. Dahası burası, kendi yaşadıkları şehirlerin sağladığı kalabalıkta yaşayacakları yalnızlıktan daha baskın bir kalabalıkta kaybolma, tanınmama ve yalnızlık hissi sağlayabilir.

Bu noktada bir Flâneur’e dönüşeceğini ya da şehirde sürdürdüğü Flâneur’lük deneyimini burada başka bir boyutta yaşayabileceğini söyleyebiliriz. Walter Benjamin Pasajlar’da eğer pasajlar yapılmasaydı, Flâneur gibi dolaşmanın önem kazanması herhalde çok güç olurdu, der. Modernizmin simgesi olan pasajlarla birlikte sokağın bina cepheleriyle bütünleştiği ve güzel vitrinli dükkânların sıralandığı, böylece Flâneur’ün kendisini evinde gibi rahat hissedebildiği ve dolaşmanın tadını çıkarabildiği işaret edilir. Çünkü 1800’lü yıllarda pasajlardan önce, dar kaldırımlar yüzünden kentte rahatça yürüyebilme olanağı yoktur.

Bir Paris rehberinden şu alıntıyı yapar: “…bu türden bir pasaj, kendi başına bir kent, küçük bir dünya demektir.” Burada şöyle bir analoji kurmak mümkün görünüyor: İstanbul ya da Ankara gibi metropollerden gelen Flâneur için Datça bir pasajdır. Burada henüz yasaklanmamış Google’ın ve yasaklı Vikipedi’nin, yasak olsa da bilgisine başvurursak, İstanbul’daki meşhur Kapalıçarşı’da 4 bin civarında dükkân olduğu, günde 500 bin bin kişinin ziyaret ettiği çarşıda 25 bin, bazen 35 bine kadar çıkan çalışan nüfusu olduğunu görürüz. Datça’nın tabela nüfusu ise 20 binin biraz üstünde. Yazın gelenlerle birlikte 50-60 bin, hadi günübirlikçileri de ekleyelim, ne yaparsak yapalım, Kapalıçarşı nüfusuna yaklaşamıyoruz. Datça, İstanbul ölçeklerindeki bir şehrin bir pasajı, çarşısı, Benjamin’in Poe’nun Kalabalıkların Adamı öyküsünden yaptığı çıkarımla Flâneur’ün son piyasa yeri olan büyük bir mağaza ya da alışveriş merkezi hacminde. O zaman Datça’nın, Flâneur’ler için kalabalık bakımından yaz sezonunda büyükçe bir pasaj ve iç mekân niteliği taşıyabileceği rahatlıkla söylenebilir.

Tabii tek nitelik yetmez. W. Benjamin, Flâneur’de baskın öğenin, bakınmanın verdiği zevk olduğunu söylemektedir, ancak “…bu bakınma, bir gözlem düzeyinde yoğunlaştığında, ortaya amatör dedektif çıkar; aynı bakınma bir şey anlamadan bakmayla sınırlı kaldığında (kepçe izlenme düzeyinde kaldığında (BN: Benim Notum)) Flâneur, bir badaud’ya (yani alık alık, boş gözlerle bir yere toplanıp olup bitene bakan (ÇN)) dönüşmüş olur.” Flâneur’ün görünüşte tembellik edip, suçluyu gözden kaçırmayan bir gözlemciliğin uyanıklığını taşıması gerekir ki bunun da önkoşulu gözlemleyebilecek malzemenin olmasıdır.

Le Flâneur kitapçısı şehrin sokaklarında dolaşan avarelere gözlemleme şansı tanıyan mekânlardan yalnızca birisidir. Böyle bir yerin Datça’da olmasına seviniyorum. Datça’nın kültür yaşamını zenginleştiren bir şans Le Falâneur. Kitapçıların varlığı sadece kitap satın almakla ilgili değil çünkü.

Günümüzde dünyanın bütün kitaplarını gezip dolaşabileceğimiz ve birkaç gün içinde edinebileceğimiz büyük bir mağaza var: İnternet. Yani internette Flaneur’lük yapılabilir mi, diye bir soru da geliyor aklıma ama hemen def ediyorum. Kitap almak isterseniz kargo şirketlerinin geldiği her yerde istediğiniz kitaba ulaşabilirsiniz. Fakat bu karşıtlık bir arkadaşımızla yüz yüze sohbet etmek ve facebook üzerinden yazışmakla örneklenebilir. İnsanın yaşadığı şehirde ya da mahallede sokağa çıktığında uğrayabileceği, biraz zaman geçirip sohbet edebileceği bir kitapçının olması elbette kitap alma işini bazen ikinci plana itip buraları kültür hayatımızdaki önemli durakları, nefes aldığımız, ülke ve kişisel gündemimizden bir süreliğine kaçıp sığınabileceğimiz ya da tam tersine ülke ve kişisel gündemimizin nabzının attığı, izleyebilecek ve izlediklerimizi üretime dönüştürebilecek yerler haline getiriyor. Fotoğrafta gördüğünüz gibi Datça’nın her yerinde olduğu gibi burada da özgürce gezinen kedi ve köpeklerle karşılaşıp selamlaşabilirsiniz Le Flâneur’de.Kasabada Flâneurlük Düşleri

Kalabalıklar içindeki yalnızlığı seven Baudelaire Brüksel için şöyle diyor: “Hiç vitrin yok burada. İmgelemi bulunan ulusların sevdiği bir şey olan Flâneur’lük yapmak Brüksel’de imkânsız.” Ben de Le Flâneur kitabevini imgelemimi beslediği, önünde durup vitrinini izleyebildiğim bir yer olduğu için seviyorum. Datça’da emlakçı vitrinleri bir yandan çoğalırken, böyle mekânların varlığı elbette bize nefes aldırıyor.

Öte yandan İstanbul’da ya da Ankara’da bir kaplumbağaya tasma takıp dolaşmanın mümkün olmadığı, kaplumbağanın daha ilk anda birilerinin ayağına takılıp yaralamalı bir kavgaya sebebiyet vermesi çok olasıdır. Böylece işi gücü olmayan, avare kimliğinde, 1840’larda pasajlarda kaplumbağa gezdiren Flâneur’lerin torunları olan günümüz burjuvaları, kaplumbağa temposunda nasıl dolaşacak, keşfedecek, üretecek, esinlenecek, hareket edecek, kendini kalabalığın içinde gizleyerek izlerini silecek? Büyükşehirlerde bunu başarmak artık mümkün müdür? Her işin acele olduğu, her adımın bir başka adımı geride bırakmak için atıldığı, denetim mekanizmalarının had safhada olduğu, kamerayla izlenmeyen bir tek ara sokak dahi bulamaz, semtinin takımına fotoğraflı passolig’i olmadan gidemezken, aralıksız akıp giden yaşam hayhuyu ve koşuşturması içinde, karın tokluğuna paçasını kaptırdığı bir dönüş içinde Flâneur’ün şehirden bir medet umması, düşünce ve duygulanım üretmesi ne kadar olası?

Kolektif Kitap etiketiyle bu sene çıkan Yürümenin Felsefesi isimli denemeler toplamında Frédéric Gros Kentli Flâneur bölümünde benzer bir noktaya dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Tek tip markaların (…) yaygınlaşması ve trafiğin saldırgan istilası, günümüzde flâneur’lüğü daha zor, daha tatsız ve daha az şaşırtıcı hale getirmemiş midir?”

Öte yandan yine Benjamin’in Pasajlar’da bahsettiği Engels’in Londra’daki kalabalığa dair görüşleri de halen geçerli değil mi: Dev merkezileşmede milyonlarca insanın tek bir noktaya yığılıp kalması, milyonların gücünü yüz kat artırıyor. Sokakları dolduran kargaşanın bile itici, insan doğasının başkaldırmasına yol açan bir yanı olduğuna işaret ediyor Engels, ancak ortak bir mutluluk düşü kurmadan, çevresindekilere bir kez bile bakmadan, duygudan yoksun ve sadece kendi çıkarlarını düşünerek akıp gidiyorlar. Benjamin’in yer vermediği şu ifadeyi de kullanıyor Engels büyük kentlerle ilgili: “İnsan … bu çılgın dokunun hâlâ bir arada durabilmesinden hayrete düşüyor.” Türkiye’de Gezi’den sonra yaşanan geri çekiliş ve toplumsal muhalefetin kitleselleşememesi, meydanları, sokakları bırakması, gelir adaletsizliği, toplumdaki derin kamplaşma ve ayrışma günümüzde bu tespiti daha da güçlendiriyor ve güncelliğini koruduğunu gösteriyor. Hatta insanların dolmuşta arkadaşıyla konuşurken sözlerinin işgüzar bir jurnalcı tarafından şikâyet edilip dolmuştan inerken yaka paça gözaltına alınma korkusuyla konuşmaya çekindiği bu dönemde, bahsedilen tespitlerin de ötesine geçildiği, toplumun gücünü birleştirmek bir yana derin bir yarılmayı ve ötekileştirmeyi yaşadığını tespit edebiliriz.

İyice arabeskleşen ve bu arabeskliğin artık normalleşerek arabesk kaçmadığı şehirde, bu yalnızlaşma Flaneur’ün arzuladığı bir kalabalık içinde eriyişin ve caddeleri kendi evi gibi görüp buradan üretimi devşirecek görüntüleri, ipuçlarını elde edebilmesinin ötesinde onun yaşadığı şehre olan aidiyet bağlarının zayıflamasına ve hatta kopmasına neden olan bir yalnızlığa mahkûm etmiyor mu?

Gürsel Korat “Flâneur” isimli denemesinde şöyle diyor: “Hız arttıkça algılama yavaşlar; modern kent algısız duyguların, coşkuların ve düşünce boşluğunun mekânı haline gelir.” Çok katlı binaların ve kalabalık şehirlerin proletaryanın mekânı olacağı ve zenginlerin kırsal yaşama kaçacağını ve düşünce üreten kişi için henüz köy yalnızlığı ile kent kalabalığı arasında yeğlenecek bir ara nokta yoktur, diye ekliyor. Bu noktada Datça ve benzer yerlerin bu yeğlenecek ara formların örnekleri olabileceğini sanıyorum. Günümüzde birçok kentli bireyin ve hali vakti yerinde üst gelir grubuna dâhil (bu şu demek: Çalışmaya gereksinimi olmadan, bir yerlerden gelen parayla kendini hobilerine verebilen) orta yaş ve genç kesimin, günümüz politik ve toplumsal baskılarından bir nebze de olsa uzak kalabilen (fakat başka tip baskı çeşitlerini görebileceğimiz) kasabaları tercih ettiği, bunu farklı gerekçelerle hayata geçiremeyen büyük bir kesimin de kasabalara göçmek fikrinin ya da idealinin taze olduğunu söyleyebiliriz. (Diğer seçenekse yurtdışına gidebilmek.)

Gerçekleşmeye başlayan bu durum, kasabaların kültürel ve doğal dokusunda da olumlu ve olumsuz değişikliklere sebep oluyor. Datça gibi kasabalarda ve genişlemekte olan küçük kentlerde, dışarından gelip yerleşen kişi profillerine uygun olarak Le Flâneur gibi kültür mekânlarının sayısının artmasını, kent kökenli insanın kendini şehir imkânlarından ve gözlemlenecek görüntülerden mahrum hissetmemesini sağlayacak yer, kurum, oluşumların ortaya çıkmasını sağlarken, göçmenlerin kent alışkanlıklarından ve buna uygun işleyen kentli kafasından kurtulamaması birtakım uyum sorunlarına yol açıyor.

Merkezileşen kent kavramı kasabalarda da hızla gelişiyor ve toprak, mülk sahipleri gelişen ekonomiden ilk planda, kısa vadede nemalanacak topluluk olarak satışa öncelik veriyor, inşaat firmalarına her gün bir yenisi ekleniyor, arsa fiyatları uçuyor, kaçak yapılaşma tavan yapıyor, yerel idareler ve kamu idareleri hızlı büyüme karşısında talepleri karşılamakta yetersiz kalıyor, planlama yapılamıyor, ekonomik hareketliliği fırsata çevirmek isteyen vur-kaçcılar ve köylü kurnazları türüyor, böylece insan hoşlanmayıp kaçtığı yeri yeniden ve yeniden üretmeye başlıyor ve bu olumsuz dönüşümün fitilini ateşliyor.

Ucubeleşmek, hiçbir şeye benzememe bu ara formdaki yerleşimler için en büyük risk olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda Flâneur her zaman, heybesi omzunda, gitmeye hazır bir konargöçer olarak yeni bir türe evriliyor. Baudelaire’in alacaklılarından kaçarken kafelere ve okuma mekânlarına sığınması, kira ödemekten kaçmak için Paris’te on altı yıl içinde on dört farklı adreste yaşayarak ev değiştirmesi ve Benjamin’in ifadesiyle Flaneur’ün yurdu olmaktan çoktandır çıkmış kentte dolaşıp durmasına karşıt olarak yeni zaman Flaneur’lerinin savrulup durdukları yerler kentin içinde değil de kentler arası, hatta kırlar ve ülkeler arası olmak üzere değişiyor.

Kasabada Flâneurlük DüşleriBaşta bahsettiğim geri dönüşlere ve okuru ilgilendirip ilgilendirmeyeceğine çok da karar veremediğim noktalara dönemedim. Ama en iyisi tekrar Le Flaneur Sahaf ve Kitabevi’ne dönüp sözü başladığım yerden bitirmek ve biraz buranın reklamını yapmak.

Mekânları tekrar gidilebilir kılan aslında oralara ruhlarını katabilen insanların varlığı. Le Flâneur de böyle yerlerden biri. Le Flâneur’ün işletmecileri edebiyat ve yayıncılık dünyasıyla iç içe ve daha da önemlisi sıcakkanlı insanlar. Kitaplar arasında kendinizi kaybedip saatler de harcayabilirsiniz, kapının önünde oturup gelen geçeni seyrederken -belki de yolunu bilerek şaşırmış gizli Flaneur’lere rastlarsınız- sohbete dalıp zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız da olur. Bazen bir kitap ya da yazar üzerine, bazen bir albüm ya da plakla ilgili bazen de ülke ve Datça gündemi ile hararetli, derin bir tartışmaya girmiş bulabilirsiniz kendinizi. Bu sırada şanslıysanız kahveleri de tazedir, bir bardak da koyu kahve içersiniz. Tabii, oradan ayrılırken birkaç kitap da alırsınız. Orada bulamadığınız kitapları da sipariş verip birkaç gün içinde size ulaştırabilirler. Datça’ya yolunuz düşerse uğramayı ihmal etmeyin, belki de uzun zamandır düşünüp de alamadığınız bir kitabı burada bulursunuz, olmadı iki laflayıp üç beş bozar, kitap kokusunu içinize çekip aylaklık etmeye, gezip tozmaya devam eder, ben bu kalabalıkların içinde niye yürüyorum, ne arıyorum, nereye bakıp ne görüyorum diye kendinize sormaya devam edersiniz.


Kaynaklar:

  • Renan
  • Walter Benjamin- Pasajlar, YKY Yayınları, Çev: Ahmet Cemal
  • Charles Baudelaire- Paris Sıkıntısı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çev: Tahsin Yücel
  • Edgar Allan Poe- Tüm Hikayeler, İthaki Yayınları, Çev: Dost Körpe
  • Gürsel Korat- “Flaneur”, YKY Kitaplık Sayı: 113
  • Frédéric Gros- Yürümenin Felsefesi, Kolektif Kitap, Çev: Albina Ulutaşlı
  • Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları
  • Artun Avcı, Ünsal Oskay’ın Walter Benjamin Üzerine Çalışmaları, Marmara İletişim Dergisi, Sayı 23.
  • http://datcabook.blogspot.com.tr/2011/07/merhaba.html
  • Vikipedi, Google

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin