İnsan evladı hayatının belli duraklarında varoluş öyküsünün başladığı yere dönme, orada kendine bir hayat alanı bulma ihtiyacı hissedebilir. Bu da değilse, o yerde yaşadıklarını yeniden yaşama hissi benliğini sarsın isteyebilir. Kahramanımız da aynı istektedir. Yazarak yüzleşmek, bir bakıma yazarak o olağanüstü gecenin etkisinden kurtulma ihtiyacındadır. Dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşamaktadır. Hayata tutkuyla bağlı olduğu nokta esasen hayattan kaçış alanıdır.
Yaşamıyor, asla yaşamıyor, ruh hâlinde hayata dair bir eylem taşımıyor; yaşamanın belirtilerini gösteriyor sadece. Hayatla arasına saydam bir duvar örmüş. Her şeyin farkında, herkesi görebiliyor baktığı saydam duvarın gerisinden fakat hiç kimseyle ve hiçbir şeyle ilişkide değil. Dokunamıyor, izliyor gözlerinin önündeki durağanlığı, hareketi, var oluşu. Her ne kadar yaşamıyor, sadece yaşama belirtisi gösteriyor olsa da kahramanımızın da aklından çıkmayan bir tarih vardır: 7 Haziran 1913, Olağanüstü Bir Gece’yi hatırlamak istediği bir zaman dilimi.
Kahramanımız kendi varlığı karşısında, kendine rağmen dehşete düşmüş bir kimlik taşımaktadır. İrade kontrolünden uzaklaşıp kendine yabancı kalan bir görüntü çizer. İçinde bulunduğu sosyal sınıfın insanlarıyla haşır neşir oldukça kimliğiyle yüzleşir. “Ben sizden değilim,” der içten içe. Bunca ölü hâl, bunca yaşama belirtileri arasında çevresine karşı donuk, kendine karşı kayıtsız ruh hâli onu kuşatır. Bu kuşatmanın etkisiyle kahramanımız şok etkisine maruz kalır. Yaptığı hırsızlık ona ilkin neredeyse tiksinti duygusu verirken sonrasında bu hırsızlıktan aslında haz aldığını fark eder. Öyle bir farkındalık yaşar ki, kişisel tarihinde önemli bir aşamanın temsilidir bu.
Kahramanımızın yeniden doğuşuna zemin hazırlamıştır. Hayata karşı duyduğu isteksizlik yerini heyecana, hazza bırakır. Çevresindeki uyarıcıları algılamaya başlayacak kadar uyanık kalır hayata dönük yüzüyle. Ağaçların tepelerinde salınan rüzgârı yahut kestanelerin bir akşam vakti yaydığı kokuyu, ay ışığının gümüş ışıltılarını hissederek yaşayan bir insana dönüşmüştür. Kendine gömülen ve bir hayat belirtisi göstermeyen kahramanımızın uyanışını simgeler çevresine karşı gösterdiği duyarlılık. Kendi içinden çıkıp hayata karışmaya başlamıştır. Bedeninin gezindiği atmosferde ruhu başka dünyalara ve bu başka dünyaların insanlarına aittir. Onlarla ilk karşılaştığında afallar. Ruhunu saran aidiyet duygusu daha önce yaşamadığı bir histir çünkü. Bundan dolayı ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez. Bir yandan, bir zamanlar aşağı gördüğü başka dünyaların insanlarına (ötekilere) ne denli benzediğinin şaşkınlığı içindedir, diğer yandan korku ve ürperti adım attığı her yerde ayağına takılmaktadır.
İçine sürüklendiği süreçte varlığının bilmediği yönleriyle karşılaşır. Bu durum onun için utanç, ürperti, şaşkınlık ve korku uyandırıcı bir deneyimdir. Hırsızlık, ölümün dümdüz çizgisine eş değer olan hayatına yeni bir ritim, yeni bir nabız katmıştır. Ödediği vicdan kefareti de hırsızlığın kötü bir davranış olmasından çok, önceki hayatının boşluğuna, sıradanlığına dairdir. Kahramanımızın içindeki suçlu yön, karşısına çıkan grubun içindeki suçlu yönle benzeşiktir. Kahramanımız bundan güç alır. Kendi sosyal sınıfının dışındaki insanlarda benliğini bulmaktan, dünyada bir yere bir duyguya kayıtsız kalamamaktan, bir yere ait hissetmekten hoşnuttur. Tabii bu onun için tuhaf bir duygudur. Ait hissettiği grubun ruhunu en ince ayrıntısına kadar görmektedir, bir anlamda aynada kendisini görüyordur. Onları zaaflarıyla birlikte gördüğü için onların karşısında üstünlük duygusuna kapılır. Görünenlerin ardındaki gerçeğe işaret eder böylelikle.
“Sokak lambalarının solgun ışığı karşımızda parlıyordu artık, arkama döndüğümde ilk kez adamların yüzlerini gördüm. Güvensiz bakışlarında kızgınlık ve bastırılmış bir utanç vardı. Hayal kırıklığı içinde, ezik bir halde her an karanlığa karışmaya hazır duruyorlardı. Artık, güç ellerinden gitmişti, şimdi onlar benden korkuyordu.” (Sayfa 60)
Sosyal konumu itibariyle uzak durduğu, Olağanüstü Bir Gece dışında yolunun kesişme ihtimali düşük olan insanların ne denli kendi gibi olduğunu anladığı an, aslında kendini anladığı an olur. Öteki bulduğumuzun da aslında bizden biri olduğunu, insanlığın ruhuna gömülü hislerin konumu ne olursa olsun aynı yoğunlukta tekrar tekrar uyanabileceğini görürüz. Başkalarının aynasında kendini görebilmek kahramanımızın ruhuna daha önce yaşamadığı anlamak-anlaşılmak hissini sunar.
Öteki sayılanın, kendi hayatımızın dışında konumlanan insanların, uygun koşullar oluştuğunda aslında bizdeki ruha dâhil olduğunu, ruhun hangi atmosferde yetişirse yetişsin aidiyete aç olarak varoluşunu başlattığını kahramanımızdan öğreniriz. Kişisel tarihinin yolculuğuna, yaşamayıp sadece hayat belirtisi göstererek başlayan kahramanımız, Olağanüstü Bir Gece sonlandığında önemli aşamalar kaydetmiş olarak karşılar okurunu.
Kahramanımız, öteki diye konumladığı insanlarla ilişki kurarak özgürleşmiş, varoluşun(un) anlamını keşfetmiş bir canlıya nihayet dönüşmüştür: Kendine.
Olağanüstü Bir Gece, Stefan Zweig, İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviri: İlknur İgan, 2017