“Ayışığı”nda Bir Gölge, Stefan Zweig!

Ayışığında Bir Gölge Stefan Zweig

Kendi hikâyesini anlattığı “Dünün Dünyası” adlı eserinin son satırlarında şöyle diyor Stefan Zweig:

“Fakat her gölge, eninde sonunda yine de ışığın çocuğudur. Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”

Gerçekten de gölgenin, ışığın çocuğu olmadığını kim söyleyebilir? Bu durumda yukarıdaki satırlar umudu anlatıyor. Her ne kadar yaşamını, Brezilya’nın küçük bir yazlık şehri olan Petropolis’te kendi isteğiyle sonlandırmış olsa da. Veda mektubunda kendisinin de söylemiş olduğu gibi o, “aşırı sabırsız” davranmayı seçmişti. Altmış yıllık hayat yorgunluğu, her şeye yeniden başlamak için gereken olağanüstü gücü ondan esirgemişti. Kendi deyimiyle, uzun yıllar yersiz yurtsuz sürtmek, gücünü tüketmişti. Ardında şiirler, öyküler, kısa romanlar, denemeler, biyografiler bırakmıştı, yani kendisini! Onun dünyası, gerçekte hiçbir zaman dünün dünyası olmadı. O, yazdıklarıyla daima bugünde yaşamayı başaranlardan.

Benzersiz betimlemeleriyle, yalnızca tek paragrafta, bazen de tek bir cümlede, sayfalar dolusu okunmuş hissiyle okuyanı büyüleyen yazarlardan Stefan Zweig. Bu yüzden olmalı, onun çoğunluk bir parmak kalınlığına erişmeyen o kısa romanları ya da o dev öyküleri; son cümle okunduğunda,  bir tuğla romanı geride bırakmış hissini yaşatır. Öyle ki, altı çizili satırlar tekrar okunur; olmadı, bir de bakmışsınız en baştan okuyorsunuz. Üstelik yaşanan heyecan, bir öncekinden daha da artmış, sayfalar ikinci kez okunduğundan olsa gerek, biraz daha hızlı akıyor. Okumayı yarım bırakma isteği ise yürekte yer bulamıyor. Uzun sözün özü, Stefan Zweig, eserleriyle dünün, bugünün, yarının dünyasında hep vardı, hep var ve hep var olacak.

Ayışığı Sokağı” adlı uzun öyküsü, ilk kez “Amok (İhtiras Hikâyeleri)” adlı kitabında, 1922 yılında yayımlandı. Onu altüst eden iki büyük dünya savaşının ortasındaki ruh haliyle kaleme alınmış bir uzun öykü. Ancak konusunu bu iki büyük savaştan almamış olsa da bir Fransız limanında başlayan ve biten bu öyküde, savaşın manzaralarını yine de görürüz. Örneğin, oynayan kaldırım taşlarında kılıçlarını sürükleyen birkaç süvarinin, küf kokulu ara sokaklardaki savrulmuşluğunda.

Bu öykü bir başka savaşı anlatır. Para ve aşk. Paraya tapan erkeğin, neredeyse o kadar taptığı kadını tekrar elde etme mücadelesi. Erkeğin aşkı gerçekten büyüktür. Ama “neredeyse” para kadardır bu büyüklük. Kadın ise aşamadığı “neredeyse” engelini, yaşamı pahasına olsa da yok sayamaz. Onun hikâyesi, paraya yenilmeyişi anlatır. İkisinin karşısında ise, anlatıcının bu trajik olayın içine girmekle girmemek arasındaki savaşı vardır.

Yolculuğunun nerede başladığını bilmediğimiz anlatıcı, küçük Fransız limanına fırtına yüzünden akşam geç vakit vardığından, Almanya’ya gidecek treni kaçırır. Böylece biz de onunla “bir kenar semt lokalinde çalan kasvetli kadınlar orkestrası, ya da rastgele bir yol arkadaşı ile biteviye çene çalmaktan gayri çekiciliği olmayan hesap dışı bir gece”de baş başa kalırız. Anlatım o kadar güçlüdür ki, otelin küçük yemek salonundaki yağlı, ağır ve sigara dumanlı kokuyu adeta soluruz. Neredeyse anlatıcıdan önce kendimizi dışarı atma isteğiyle, öykünün içindeyizdir artık.

Damarlar gibi birbirine girmiş yan sokaklar” karmaşıktır. Büyük elektrik lambaları birer yapma aydır. Ancak bu yan sokaklarda onlara rastlanmaz. Belki de bu yüzden gökyüzü asık suratlıdır. Limanın yakınlarındaki bu sokaklarda bayat balık ve küf kokusunun kendine has buharı sarmıştır her yanı. “Kimi sakin, kimi kırıtkandı” sokakların. Her türlü ihtirasın yaşandığı kirli pazarcıların, gemicileri baştan çıkardığı evlerin olduğu bu sokaklar için anlatıcı, “büyük şehrin rastgele bir çukurunda gizlenmek zorundadır” der. “Her yerde hep birdir… Zira hayatın en üst ve en altının biçimi birdir. Bu toplum dışı sokaklar düzeni bozuk bir dünyanın hayal kalıntılarıdır… Bu sokaklar hayal edilir, rüyalara girerler.”

Böyle bir sokağın tam ortasında kalan anlatıcı, kendisini bir an için yadırgadığı sessizliğin içerisinde bulur. Bu sessizliği içine çekerken esrar, haz ve tehlikenin uğultusunu duyar. Artık düşündüğü, sessizliğin yalan olduğudur. Sokağın kasvetli buğusu içinde ise, dünyanın bozulmuşluğunun kıvılcımlarını hissetmeye başlar. Ve anlatıcı o anda yabancılığını unutur, bilinmez bir kişi olup rahatlığa kavuştuğunu hisseder. Uyurgezer haliyle kendisini kurtaracak bir şeyi umutla beklerken “o ses” gelir kulağına. Bir kadın sesi Almanca şarkı söylüyor. Buradaki betimlemeler, yazarın hissettirdikleri, iki büyük savaş arasındaki dünyayı düşündürüyor. Bir küçük sokakla, bir koca dünyayı betimlemiştir.

Anlatıcı sesin geldiği evi bulduğunda, asıl öykü başlar. Karşısındaki kadın “alışkanlıkla ve duygusuz yaşamasını sürdüren yorgun bir insan”dır. Yüzü aslında hâlâ güzel, çizgileri düzgündür ama iç yorgunluğunun tesiriyle maskeleşmiş ve bayağılaşmıştır. Her yanı porsuktur. Göz kapakları ağırlaşmış, saçları seyrelmiş, yanakları kötü boyamaktan leke leke olmuştur.  Sahneye kendisinin o eve girişinin ardından gelen adama “Pinti herif” diye hitap eder. Bakışlarındaki acizlik, elinde bir dilenci gibi tuttuğu şapkası ve odadakilerin sinir gerilimi gibi sarsan gürültülü kahkahalarıyla titreyen iri yarı gövdesiyle öykünün tam ortasında boy gösterir.  “Gücünü yitirmiş bir zavallılık örneği idi, ama yine de kötüye benzemiyordu. Her şeyi ters gitmiş, düzeni bozulmuş ve sinmişti… Bakışlarında sonsuz bir utanç ve acı bir öfke vardı…”

Ayışığında Bir Gölge Stefan ZweigStefan Zweig öykülerindeki güçlü betimlemeler, okuma ilerledikçe okuyanın zihninde öykünün resmini oluşturur adeta. Yukarıdaki alıntı yazar tarafından yapılmakta olan tablonun eskizleri gibidir. İlerleyen satırlarda kahramanın davranışlarıyla tablonun renklenmesini, öykünün ana teminin ortaya çıkışını görürüz. Örneğin, kadının kullandığı “pinti” sıfatı, “Paraları iyice sayıp parmaklarıyla da bir yoklamaya alıştığı pek belliydi…” anlatımıyla, gözümüzün önünde oluşmakta olan tabloyu renklendirir. Bu durum bir başka gerçeği daha gösterir; sahneyi izleyen kadının tükenmişliğindeki nedeni. “Kadın öfkeden titreyerek bir an daha olduğu yerde kaldı. Sonra gözkapakları tembel tembel yine aşağı indi, gerilimin yerini yorgunluk aldı. Bir anda yaşlanmış ve yorgunlaşmış gibiydi. Üzerimde dolaşan bakışlarında güvensizlik ve kaybetmişlik vardı. Kendine gelen bir sarhoş gibi uyuşuk ve utanç duygusuyla karşımda duruyordu…”

Pinti bir adam ve her yanı ağırlaşmış, yorgun bir kadının karşısındaki anlatıcı, sahnedeki iki insanın üzerinde yarattığı duyguların gelgitinde. Evi terk ederken, kadının gözlerinde gördüğü kötü parlaklığın ardından, gözyaşlarının altında öfke ve utancın gizli olduğu hüznü görür. Ancak yine de ondan iğrenir. Dışarı çıktığında ise, ardından gelen “pinti” adamı bir an görmezden gelir. Onun ezikliğini bakmadan duyar. Fakat biraz önceki kadından kendisine geçen zalimliği de hisseder. Adamın yaşadığı utanç ve ruh bunalımı çekişmesinden adeta zevk alır.

Ayışığında başlayan hikâye, bir başka ayışında sonlanır. Anlatıcının değişken ruh hali, bu iki insanın kaderini etkilemede rol almayı kabul etmese de, hikâyelerinin sonunu görmek kaderi olur. Ancak bilmek değil… Ayışığı vurmuş parmakların arasında kendini ele vermek istercesine parlayan bir şey görmüştür. Para mı, yoksa bıçak mı?


Ayışığı Sokağı, Stefan Zweig, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin