Kuyucaklı Yusuf’ta Bir Roman Kahramanı Olarak Mekân!

Kuyucaklı Yusufta Bir Roman Kahramanı Olarak Mekân

Her romanın bir özgül ağırlığı vardır ki kitabın özgün olup olmaması, zamana direnerek kalıcı eserler arasına adını yazdırması hatırı sayılır derecede buna bağlıdır. Özgül ağırlık kimi roman için olay örgüsü, kimi içinse roman kahramanı, anlatı dili, tema ya da çarpıcı bir son olabilir. Türk edebiyatında kendine yer edinmiş ve yılların yıpratıcı etkisine karşın ayakta kalmış Kuyucaklı Yusuf içinse bu özgül ağırlık romanın mekânıdır demek biraz iddialı olsa da yanlış değildir.

Mekân anlatısı romanın ayakları üzerinde durmasını ve direncini olanaklı kılar. Kuyucaklı Yusuf romanında yer alan mekânlar, kitabın baş roman kahramanlarını temsil eder diyebiliriz zira anlatıda ağırlığı taşıyan üç ayrı mekân vardır. Kuyucaklı Yusuf’un, bir aşk romanı olmanın ötesinde felsefi ve toplumsal bakış sunan bir eser olmasını da onlar sağlar.

İlk olarak Kuyucak, Edremit, kasaba yaşamı ve Ege doğasının oluşturduğu coğrafi mekân sayılabilir. Roman cumhuriyet tarihinin ilk köy/kasaba romanları arasında kabul edilmektedir. Aynı zamanda ağırlıklı olarak doğaya özlem teması hâkimdir anlatıya.

İkinci olarak toplumsal mekândan bahsedebiliriz ki sınıf çatışması ve maddi hegemonya anlatının zeminini oluşturmaktadır. Zengin-fakir ve ezen-ezilen paradigması, sınıf çatışması kitabın kalıcılığının temel etmeni olarak da görülebilir.

Üçüncü mekânsa Yusuf’un içsel evreni, psikolojik dünyasıdır. Bir roman kahramanı olarak pek de tutarlı ve dengeli bir kişilik yapısı sergileyemeyen Yusuf, ancak yetimliği, ezilmişliği, ikilemleri, kişilik çatışmalarıyla birlikte ele alındığında bütünlenir. Yani tutarsız Yusuf’u sınıfsal çatışmanın ve toplumsal ötekileştirmenin simgesi haline getiren şey öteki/yaban olma hali ve psikolojik okumadır.

Kuyucaklı Yusufta Bir Roman Kahramanı Olarak MekânYozlaşma Mekânı Olarak Kasaba

1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler,” cümlesiyle başlar roman. Kaymakam, doktor ve askerlerden oluşan bir kafile köye doğru yol alır. Kafilenin, doğanın ve çevre köylerdeki fakirliğin detaylı anlatımı vardır ilk sayfalarda.

Kuyucak’ta başlasa da anlatı, daha sonra Edremit’e tayin edilen Salâhattin Bey’in ve ailesinin kasabadaki yaşamları üzerine yoğunlaşır. Roman, kasaba hayatını mekân edinir bundan sonra. Edremit, küçük köyü Kuyucak’tan sonra yaşaması ve alışması zor bir yer, adeta büyük bir şehirdir Yusuf için. Orası ağaçların, minarelerin ve kiremitli evlerin şehridir. Kasabanın panoramasında bir tablodaki kadar ahenk ve uygunluk, dar sokakları ve beyaz evleriyle çocuklukta dinlenilen masalları hatırlatan bir yapılaşma vardır. Evlerin hepsinde mutlaka bir bahçe bulunur. Salâhattin Bey’in evi de Bayramyeri dedikleri semtte, yabancı memurların oturduğu Rum mahallesinde yer alır.

Kuyucaklı Yusuf, bir Anadolu kasabasındaki yaşamı konu edinir, buradaki günlük yaşamı detaylı bir şekilde tasvir eder. Sokaklar, çeşme başı sohbetleri, Ramazan günleri, düğünler, kahvehanelerdeki yaşam, esnaflar, dükkânlar, meydanlar hep güçlü bir gözlemin sonucunda anlatılır. Edremit de her Anadolu kasabası gibi içine kapanık, tekdüze ve sıkıcıdır. Yaşam, meydandaki kahvelerde, kadınlar içinse komşu gezmelerinde can bulur. Tüm dedikodular, çekiştirmeler oralarda yaşanır. Kasabanın nabzı buralarda atar. Kasabalıların belki de en önemli heyecanıdır bu.

Romanda doğanın ve şehrin uzun, detaylı tasvirleri yer alıyor. Özellikle mevsimlerin -yağmurun, soğuk kışların, yakıcı yaz günlerinin- anlatıda yer alması da okurun kurguya dâhil olmasını sağlıyor. Kasabadaki evler, sokaklar, bahçeler, kahvehane, park alanı, çeşme başı son derece canlı bir şekilde anlatılsa da doğa anlatımları kurgunun asıl zeminini oluşturuyor. Özellikle ağaçların anlatıda özel bir yeri olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın başında, Kuyucak’ta, ıslak söğüt ve hayıt ağaçlarıyla tanışırız önce. Köye yaklaşınca incir ve ceviz ağaçları yolun kenarlarında koyu yeşil iki duvar gibi yükselir. Yusuf’un köydeki evinde, küçük bahçede şimşir fidanları ve kayısı ağaçları vardır. Edremit’te damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini nihayetsiz dut, erik ve iri yapraklı incir ağaçları örtmeye çalışır. Dere kenarlarında beyazımsı yapraklarıyla uzun kavaklar yer alır. Edremit’in etrafını ayva ve diğer meyve ağaçlarından ve ova tarafındaki bağlardan oluşan bir çember sararken onun etrafında da siyah yapraklı zeytinler bir halı gibi uzanır. Gölgesi bütün meydanı kaplayan büyük çınar ağacı vardır. Bu ağaç tasvirleri tüm romana yayılır. Hatta bazen başka bir kasabanın hududuna girildiğini değişen ağaçlarla anlatır Sabahattin Ali.

Yusuf on altı yaşına geldiğinde başında durup işçileri denetlediği zeytinlikte sanki ağaçların dilinden anlar. Bu buruşuk, her sene budanmaktan şeklini kaybetmiş eğri büğrü ağaçlar, uzun bir hikâye anlatan garip şekilli harfler gibidir. Okula gitmekle, okumakla pek ilgisi olmayan delikanlıya hayat dersini anlatır bu ağaçlar adeta. Anlattıkları hikâyelerden en önemlisi de insanların sınıflarıdır. Fakirliği, emekçiliği, sömürüyü burada görür Yusuf. Yusuf bu ağaçların dilinden anladığı gibi işçilerin dilini de herkesten iyi anlar. İnsanların sınıfı bizi ikinci mekâna, toplumsal-sosyolojik anlatıya çıkarır.

Toplumsal/Sosyolojik Zeminde Kuyucaklı Yusuf

Kasaba eşitsizliğin, adaletsizliğin ve yozlaşmanın mekânı olarak resmedilir Kuyucaklı Yusuf’ta. Parası olanın güçlü olduğu, devlet önünde bile daha önemli bir konuma eriştiği bir düzenin daha doğrusu düzen bozukluğunun varlığı gözlenir. Zengin ve kabadayı olanlar istediği gibi davranır. Hapishane bile sadece fakirlere mahsustur, zenginler ya yalancı tanıklarla ceza almadan kurtulur ya da ceza alsalar bile misafir gibi kullanırlar hapishaneyi. Rüşvet, adam kayırma, çıkar ilişkileri sarmıştır her yeri.

Romanda Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları anlatılmaktadır. 1903 yılında başlayan roman on bir yıl sonra 1914’te sonlanır. Meşrutiyet’in ilanı, İtalyan Savaşı ve sonrasında seferberlik yılları kısaca yer alsa da roman sanki yirminci yüzyılın ilk günlerini değil de yazıldığı 1930’lu yılları anlatır gibidir. Balkan Savaşı gibi önemli olaylar ve çökmekte olan bir imparatorluk çok derinlerde, birkaç detayda yer alır. Ancak belki de bu durum anlatıyı asıl temaya, sosyal bakışa daha uygun bir duruma getirmekte, anlatının akışını ve gerçekçiliğini bozmamaktadır.

Eşrafın halk üzerindeki baskısı, devlet adamlarıyla kurdukları ilişkiler, rüşvet, adam kayırma, haksız düzen, adaletsizlik anlatıya eşlik eder. Fakirliği, emekçiliği, sömürüyü burada görür Yusuf. Jandarmanın ve Salâhattin Bey’den sonra gelen yeni kaymakamın çıkarcı tutumları da devletin yetersizliğini anlatır. Çürümüş, tutulan yerden dikişleri atan bir yönetim ve düzen vardır ve bu düzen kasabanın yozluğu ile verilir.  Toplumsal yapı, zengin-fakir, ezen-ezilen paradigmalarına yaslanır.

Berna Moran romandaki anlatımın Marksist bir eleştiri olmadığını dile getirir. Gerçekten de toplumsal sorunlar, diyalektik bir süzgeçten geçirilerek çözüm önerileri sunulmaz kitapta. Ezilen, hakkını alamayan, yokluk içindeki bir işçi sınıfı resmedilmekle birlikte bu çarpık yapının tam bir analizi gözlenmez. Zengin ve gaddar olan bir ağa yapısı vardır ama buradaki kötülük sosyal olmaktan çok kişisel düzeyde kalır. Şakir zenginliğine güvenen beş para etmez, hovarda bir kabadayıdır. Babası Hilmi Bey de oğlunun hareketlerini düzelteceği yerde aynı şeyleri yapan, parasını namussuz işlere harcayan, hamam alemleri düzenleyen bir adamdır. Yanlarında çalışan Kübra’ya her ikisi de sarkıntılık yapmıştır. Ancak bunlar zengin sınıfın işçi sınıfı ezmesinden çok kişisel kötülük anlatılarıdır.

Yusuf’un zeytinde çalışan işçilere iyi davranması, onları ezmemesi ise tam bir sınıfsal bilinçle yapılmaz. Yusuf da sonuçta çalışmayı pek sevmeyen, okulu ve okumayı önemsemeyen, babası ölünceye kadar onu eline bakan bir adamdır romanda. Ancak kendisini işçilere yakın hisseder. Bu yakınlığın sınıf bilincinden daha ziyade ötekileştirmenin bir yansıması olduğu söylenebilir. Romandaki temel sosyolojik eleştiri de bu bakış açısıyla öteki sayma, yabancılaştırma üzerinden gerçekleşir. Ait olamamanın sancılarını, yabancılık hissinin yakıcılığını hissederiz Yusuf’un kimliğinde. Bu yaban olma hissiyse bizi Yusuf’un psikolojik dünyasına götürür.

Yusuf’un İç Dünyası: Öteki ve Yaban Olma

Yusuf’un dünyası, yabancılaşma ve varoluşsal kaygılar üzerine kuruludur. On yaşında gözleri önünde anası ve babası eşkıyalarca katledilmiş bir çocuktur. Fakir bir köy çocuğuyken Kaymakam tarafından evlat edinilir. Geldiği evde de evin hanımı Şahinde tarafından hor görülür, istenmez. Gerçekten de biraz tuhaf, soğuk, uzak, lakayt bir çocuktur Yusuf. Ölen anne babasının başında sabaha kadar beklemesini, parmağının eşkıya tarafından kesilmesini duygusuzca anlatır. Şahinde’ye karşıysa derin bir nefret vardır içinde.

Edremit’e taşındıklarında alışamaz kasaba hayatına bir türlü. Edremit’in doğasının ve yapılarının güzelliğine karşın şehrin insanları için aynı şey söylenemez. Buranın insanları bilgiçlik taslayan, her şeyi bildiğini sanan, ukala bir mizaca sahiptir. Yabancı ve yabani olduğunu fark ettikleri Yusuf’la alay etmek isterler. Ancak kuvvetli ve mahalle kavgalarında da acımasız olan Yusuf’tan çekinirler bir yandan da.

Kavga etmeyen ancak kavga ederse de galip gelen, ketum yapısı sayesinde diğer çocuklarca kabul edilir. Az sayıda arkadaşı vardır. Okumak istemez, okulun gerekli olduğunu bile düşünmez. Delikanlılık yaşlarında Muazzez’e âşık olsa da bunu dile getirmez. Hatta babasının borcunu kapatabilmek için onu arkadaşı Ali ile evlendirmek ister. Muazzez’e karşı soğuk, mesafeli ve tutarsız bir tavır sergiler. Günlerce yüzüne bakmaz, konuşmaz. Tüm bunlar tutarsız ve ikircikli bir kişilik yapısını ortaya koyar. Bu nedenle çözüm üretmekten aciz, sorunları yok saymaya meyillidir. Kaymakam öldüğü zaman kendisini bilmez günlerce. Onu sakinleştirmek Kaymakam’ın öz kızı, henüz on beş yaşındaki Muazzez’e kalır. Evde yiyecek bulamayınca Şahinde ve Muazzez’in yokluk çektiğini fark edemez. Muazzez’deki değişimi görür ama anlamak istemez.

Sessiz karşı çıkışları vardır, suskun. Yusuf anne babası öldüğünde ne kadar suskun, metanetli ve yabanıl bir yapıdaysa tüm roman boyunca aynı kişiliğini sürdürür. Olaylara tepkisini bir soğukkanlılık olduğu kadar lakaytlık ve mesafeli duruşla koyar. Hep biraz dışarda hep yabancıdır. Sıcak, ani, duygusal tepkiler göstermez. Zaman içinde bu tepkileri nedeniyle Şahinde’nin olduğu kadar Salâhattin Bey’in de ondan çekinmesine neden olur. Yusuf her zaman öteki olmaya yazgılıdır. Yetim oluşu, Şahinde tarafından istenmeyişi, fakirliği, farklılığı onu hep öteki olmaya zorlar. Ne aileye ne arkadaşlarına ne de kasabaya tüm benliğiyle dahil olamaz. Toplumsal düzenle uyuşamayan bir tutunamayan/kaybedendir Yusuf. Çünkü ait olmayan, yabancı olandır. Yusuf kendi varoluşsal sorunlarının içinde kaybolmuştur.

Sonuç Olarak

Aslında bu üç mekân da aynı ortak paydada birleşmekte, birbirlerini etkilemenin de ötesinde var etmektedir. Edremit’in bir kasaba oluşu, yaşanılan dönem ve tarımın temel geçim kaynağı oluşu, sosyal/toplumsal yapıyı doğurur. Toplumsal yapının çarpıklığı da tutunamayan, güvensiz Yusuf karakterinin varoluş nedenidir. Ancak ister tek ister üç ayrı mekân olarak ele alalım romanın asıl vermek istediği duygu ve düşünce bu zeminde filizlenir. Çarpık düzen sonucunda elini kana bulayan ve dağlara doğru yol alan Yusuf, kendinden sonra gelecek olan eşkıya ve köy edebiyatının da öncüsü olur böylece.

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin