Güneşin altın ışıkları, İstanbul’un akşam defterinin sayfalarını kapatmadan önce Topkapı Sarayı’nın burçlarından Kız Kulesi’nin yüzüne dökülürdü.
Gençliğimizle el ele tutuşarak Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye inerdik, Sirkeci’de de Gar Lokantası’na…
Gerçi parasız zamanlarımızda –ne zaman paramız olmuştu ki- Sirkeci Garı’nın karşısına düşen, şimdi Yalçınlar Fotoğraf Stüdyosu’nun bulunduğu köşeden denize uzanan sıra dükkânlar hep şarap evleriydi.
Bir küçük rakı parasını denkleştiremediğimiz zamanlar bu şarap evlerinde kimi gün bir şişe “Güzel Marmara” ya da “Mutuk” ile günün yorgunluğunu atmaya çalışırdık.
Sirkeci’nin Anadolu’nun başkenti olduğu bu yılların romanını Erdoğan Tokmakçıoğlu, “Sirkeci Aslanları” adıyla kim bilir kaç yıldır yazmakta?
Sözü Sirkeci Gar Lokantası’na getirmek istiyorum.
Gar Lokantası, o sıralar Bakırköy’de oturduğum için eve gidişin başlangıç durağıydı aynı zamanda.
Akşamları işten çıktıktan sonra tren kalabalığından uzak durmak bahanesiyle de olsa Gar Lokantası’na sığınılırdı.
Lokantanın iki kapısı vardı.
Biri, turnikelerin yanından girilen iç kapısı; öteki yüzünü Sarayburnu’na dönmüş, yandaki sokağa da açılan dış kapısı…
Ama ister girerken ister çıkarken dış kapıyı ne ben kullanmışımdır ne de bir kullananı gördüm.
Kimi akşamlar şair Ahmet Celal, Bakırköy’den gelirdi.
Lokantanın Avrupa trenlerinin kalktığı bahçesinde otururduk.
Almanya’dan işçiler gelirdi trenlerle, işçiler giderdi.
Ellerimizde rakı kadehlerinin buzlu serinliğiyle mali hülyalarımızla onların arasına karışır, biz de o yolculardan biri olurduk…
Ve eve dönüşte istasyon büfesinden aldığımız cep konyaklarıyla çoğu Bakırköy istasyonunu atladığımız için son durak Halkalı’da alırdık soluğu…
Hayatında “Altınbaş” rakısı dışında hiçbir mayi ile damağını tatlandırmamış yazar, çevirmen Attila Tokatlı, hayatının son demlerinde hastanede yatarken adına bir gece düzenlenmişti.
Gar Lokantası’nda Ahmet Kaya’nın ün merdivenine tırmanmasının ilk günleriydi.
İlk kez orada görmüştüm, Rahmi Saltuk ile birlikte türküler söylemişlerdi.
Kimler mi gelirdi Gar Lokantası’na?
O yıllar Cağaloğlu, gerçekten sanat-edebiyat adamlarıyla doluydu.
Gazetelerin dışında da İstanbul’un ne kadar entelektüeli varsa, hemen hepsi “Meydan
Larousse”da çalışıyordu ve Hürriyet, Milliyet, Günaydın, Cumhuriyet gibi gazeteler ile “Meydan Larousse”dan turnalar misali İstanbul’a dağılınırken her akşam ilk durak neredeyse en önce Gar Lokantası idi.
Ayrıca, o yıllar pek bar kültürü olmadığı için, lokantanın barı olduğu halde barda oturulmazdı.
Yalnızca Selahattin Hilav, gençliğinin gecelerini Paris sokaklarıyla donattığından, bir o bar müdavimlerindendi.
Mekân yazın bahçe ise kışın içerisiydi.
Şimdilerde, İkitelli’ye gazeteye gelirken kimi zaman Sirkeci’den Bakırköy trenine biniyor ve Gar Lokantası’nın önünden geçiyorum.