Sanat ve Tabiat İlişkisine Kısa Bir Bakış!

Sanat ve Tabiat İlişkisine Kısa Bir Bakış

Düşündüğümü dış dünya ile karşılaştırarak düzeltmek ve aynı zamanda iç huzurumu bulmak için beni sevindiren, üzen yahut da herhangi bir şekilde oyalayan şeyleri bir resme, bir şiire dökmek ve böylece kendimi onlardan kurtarmak yolunu tuttum.

Goethe – Şiir Ve Hakikat

Sanatın ne olduğunu irdelemekten ziyade, sanat ne değildir diye sormak istiyorum. Genel kanıya göre tabiatta kendiliğinden yine kendisiyle var olan şey sanat değildir. Ama insan eliyle, kimi zaman bir vecd haliyle meydana getirilen eser sanat çerçevesinde değerlendirilir. Peki insan tabiatın unsuru değil midir? İnsanın eserini “sanat” dahiline katan yegâne sebep nedir? İnsanın ruhundaki vecdi mi? Yoksa vecdin karşısında tam bir tezat halinde beliren şuuru mu?

Öncelikle ruh dünyamdan sızan ve şuur konusunda sanatla bir ilişki kurmaya yeltendiğim her an içimden geçen şu cümlemden bahsetmeyi, üzerinde durduğum konu açısından yararlı buluyorum; “Şuur, vecdin yuvası, vecd ise şuurun sığınağıdır.” Peki birbirini kendisinde tamamlayıp, kendisinden ayrı kılan bu iki olgunun nihai noktası nedir? Bir cümle içinde eritilemeyen bir kelimeden, yerine oturmayan bir taştan, sisli bir sonbahar sabahı tüm melankolisiyle havada asılı kalan belirsiz bir notadan yahut mahremini çizgilerdeki ahenge açmayan bir renkten insan sorumlu tutulabilir mi?

Bir kelime cümle içerisinde kendisini eritip, bir taş, mimari bir unsur olarak yerini alıp, bir nota, müziğin gizli bahçelerini tüm ihtişamıyla hikâye edemez ve bir renk mahremini çizgilere bahşedip vazifesini tamamlayamaz mı ve insan tüm bu hengamenin ortasında kendisinden bağımsız bir eylem ile tüm müdahaleleri reddederek, sanat kavramının sahibi olamaz mı? Tabiat, sanatı insana dair nesneler ve fikirlerle doğuramaz mı?  Hayır… Tabiat, kendisini kendisinde başlı başına bir sanat olarak doğurup, sanat eseri olarak adlandırılmasına imkân verilmeyen, insanlık tarihi kadar eski bir bütündür ve tabiat tüm ahengini insan eliyle kıymetli kılmıştır ki, insan bu kıymetin bedeli olarak tabiatın sanatını idrak edemez. Bu idraksizlikten doğan dürtü insanı temsile ve yoruma mahkûm kılar.

Aristoteles’in bahsettiği “mimesis” insanın idraksizliğinden doğmaktadır. Bu noktada “mimesis” kelimesinin yunanca, taklit kelimesinden daha çok “temsil” kelimesini karşıladığını da bildirmek elzemdir. Vernon Hyde Minor, “Sanat Tarihinin Tarihi” adlı eserinde Aristotelesçi düşüncenin sanat hususunda ideali üç yolda aradığını söylemektedir;

Doğadaki her şey sanatçının idealiydi. Sanatçının ideali keşfetmek için gidebileceği üç yol vardı; Doğadaki en güzel örnekleri seçmek, büyük ustaları taklit etmek ya da Tanrının zihnini temsil eden kendi zihninde bir güzellik fikri aramak.

Aramak ve aradıkça derinleşmek ama arayışa rağmen idrak edememek sanatçının fıtratıdır ki, sanat alışılagelmiş bir vecdin (kendinden geçmenin) ürünü değil, şuurlu bir vecdin cinnet halinden kaynaklanan bir varoluştur. Bu yüzden sanatçı, arayışa, estetik kaygıya, doğum sancılarına ve kendi eserinin, kendi öz acısına her daim taliptir, talip olmaya mecburdur. Aksi takdirde benliği bunlardan feragat etmiş bir sanatçıyı hakiki sanatçı olarak tanımlamak imkân dahilinde değildir.

Ruh hamurunu bu gerilimle yoğurmuş ve yine bu gerilimle eserini meydana getirmiş bir sanatçı gittikçe farklı ifade biçimlerine yönelir. En nihayetinde iç içe kıvrak bir yılan gibi kendisine kıvrılan o cinnet hali de burada başlar. İnsan doğayı eseriyle temsil eder. Temsil ifadeye, ifade ise; dil gibi, ses gibi yahut çizgiler gibi ezelden belirlenmiş normlarla sınırlanır. Velhasıl sanat, gittikçe derinleşen bir arayışın, vecdi ve şuuru birbirinde eriten insani mucizesi, tabiatın sırrını idrak etmek için temsiliyetin ve birliğin çağlar boyu yükselen devinimidir.

1 Yorum

  1. hayırlısı… iki sanat eserinin şuurunu kaybetmiş şekilde ortaya yeni bir sanat çıkarmaya çalışması gerçek sanat mıdır? aslında yine de hayırlısı…

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin