Kapıların Dışında ve Trenin Tam Saatiydi Eserlerinde Savaşın İzlerini Sürmek!
Savaş denince akla gelen her şey yıkımdan ibarettir. Gerek savunma gerekse saldırı biçiminde savaş beraberinde hep yıkım getirir. Yıkılan sadece kentler değil, aynı zamanda insanların kendileridir. İç dünyaları en çok yıkılan kişiler ise şüphesiz askerler olacaktır. Savaş sırası ve sonrasındaki post-travmatik stres bozukluğu, delirme, intihar gibi vakaların azımsanamayacak verileri buna işaret eder. Büyük savaşlara tanık olmuş sanatçılar da yıkımdan etkilenen kişilerdir ve artık bir sorumluluk hissiyle beraber savaşı her yönden eserlerine konu edeceklerdir.
Bu yazıda, savaşın etkilerini anlatmayı tercih etmiş iki isimden söz edilecek: Heinrich Böll ve Wolfgang Borchert.
Heinrich Böll ve Wolfgang Borchert Kimdir?
Savaş kelimesi bile yıkıcılığı işaret ederken bu yıkıma tanık olmuş iki yazar ve iki eserden bahsedeceğiz: Heinrich Böll’ün Trenin Tam Saatiydi romanı ve Wolfgang Borchert’in Kapıların Dışında oyunu. Eserlere geçmeden önce yazarlardan kısaca bahsetmekte fayda var.
Heinrich Böll (1917-1985) Almanya’nın en tanınmış yazarlarından. İkinci Dünya Savaşı sırasında -askerlikten kaçmak için ne kadar uğraşsa da- cepheye gönderiliyor ve tek bacağından yaralanıyor. Döndüğünde ise yıkık bir mezarlık hâline gelmiş Köln ile karşılaşıyor. Bir yandan çalışırken bir yandan eserler vererek direnişini sürdürüyor. Çağının insanlarının başından geçenlere tanıklık edebilmiş ve gördüklerini eserlerine yansıtmış.
“Edebiyatın son azizi” denen Böll’e Nobel Edebiyat ödülü de “sokaktaki insanın yıkım, acı ve umutlarını işlerken, kalemini otoriteye, zorbalığa, suçluluk ve hınç duygusuna karşı mızrak edinirken sergilediği dürüstlüğü, kişisel bütünlüğü ve ilkeli çağdaşlığına karşılık bir takdir” olarak veriliyor.[1] Böll’ün zorbalığa karşı duruşunun ispatı ödüllerinden çok eserleridir elbette. Wolfgang Borchert gibi.
1921-1947 yılları arasındaki kısacık ömrüne önemli eserler sığdırabilmiş biri Borchert. Böll gibi o da savaşa gönderiliyor, yaralanıyor ve kendisini kasten yaralamakla suçlanmasına rağmen bu suçlamadan beraat ediyor. Daha sonra vatan hainliği ile suçlanıp hapis cezası veriliyor. Askerde aldığı yaralar nedeniyle sarılık ve tifoya yakalanan Borchert, henüz 26 yaşında hayata veda ediyor, ardında sade bir dille “Hayır” diye haykıran eserler bırakarak.
Savaşı tüm gerçekliği ile yaşamış bu iki yazarın, eserlerinde bunu işlemeleri kaçınılmazdı. Savaşı kitaplarına yansıtacak yazarlar genelde iki yoldan birine başvurur: Ya savaşı olumlayarak millî duyguları tetikleyecek ve idealize edilmiş bir kahramanlık hikâyesi yazacaktır ya da savaşın tüm sertliğini gözler önüne sererek şiddeti eleştirecek ve duruma gerçekçi yaklaşacaktır. Böll ile Borchert ikinci yolu tercih eden yazarlardan. Bu yazıda ise Kapıların Dışında oyunuyla Trenin Tam Saatiydi romanının benzerlik ve farklılıklarına değineceğiz.
Trenin Tam Saatiydi romanı bir askerin trene binişi ile başlıyor ve romanın çoğu trende geçiyor; cepheye gönderilen askerler ile dolu bir trende. Andreas, rahip arkadaşı Paul ile ayrılıp trene bindiğinden beri aklında tek bir düşünce var: “Yakında öleceğim.” Bu düşünce romanın sonuna kadar peşini bırakmıyor, nerede ve ne zaman öleceğini biliyor. Trende tanıştığı diğer iki asker Sarı ve Willi ile diyaloglarından ve birinci ağızdan anlatılan bölümlerden anladığımız kadarıyla Andreas asker olarak ölmek istemiyor. Hatta belki asker olmak bile istemiyor. Silahını Paul’ün dolabında bırakması da bunu gösteriyor zaten. Askerlik silahla özdeşleşir ve silahı olmayan bir asker ne olabilir ki? Silah taşımayan, ölmek istemeyen, ama daha hedefine varamadan öleceğini bilen bir erin hikâyesinin anlatıldığı tren, kasvetli ve ağır kokan bir tasvirle zihinlere kazınıyor.
Sigara içen, uyuyan, küfür eden erler arasında dışarıdaki geceyi izleyen Andreas’ın zihnine yolculuk ediyoruz bazen: “Yakında öleceğim; daha savaş içinde. Barış nasıl bir şeydir bilemeyeceğim. Yok barış. Hiçbir şey yok artık, ne müzik… ne çiçek… ne şiir…” Kapıların Dışında oyununun genel akışına bakacak olursak: Savaştan dönen Beckmann’ın hikâyesi anlatılıyor burada. Karısını evde başka bir adamla yakalamış, kapının dışında kalanlardan biri olmuş Beckmann. Kendini Elbe’nin sularına atsa da Elbe onu kabul etmiyor, kapılar tekrar kapanıyor. Onu kurtarmak isteyen bir kızın evine gitse de kızın savaştan dönen tek bacaklı kocası geliyor, kapılar tekrar kapanıyor. Anne-babası ise savaş döneminde evlerinden olmuşlar ve intiharı seçmişler. Artık ailesinin de olmadığını anlayan Beckmann’a kapılar hep kapanıyor. Onun için artık ölümden başka çare kalmamış. Eserde ““Cenaze Servisi Müdürü” ölümü, “Elbe Nehri” ise anneyi temsil eder.
Savaşa karşı bir protesto niteliği taşıyan bu eserde mekân Hamburg şehri ve Elbe nehridir. Beckmann, Sibirya‟daki esaretinden kurtulup memleketine döner, ancak artık vatanım diyebileceği tek şey yıkıntı, açlık, susuzluk ve umutsuzluktan ibarettir.”[2] Andreas ve Beckmann pek çok açıdan benziyorlar: Ölümle iç içe yaşamaları, umutsuzlukları, savaşın değiştirdiği ruhlar olmaları gibi.

Ölümü Beklemek-İstemek
Andreas ve Beckmann ölümle iç içe yaşıyorlar fakat farklı açılardan. Andreas ölüm yerinin ve zamanının gelmesini bekliyor, ne zaman öleceğinden emin ama ölmek istemiyor. Bu düşünce korkuyla beraber olup içini kemiriyor. Geri dönme şansı varken de (trenden inip ters istikamete de gidebilir) bunu yapmıyor, kendisi için artık o yer ve zamanın kesin olduğunun, değiştirilemeyeceğinin farkında.
Beckmann ise ölümü arzular konumda artık. Bir an önce onun gelmesini bekliyor çünkü onun için açılan bir kapı olmayacağının bilincinde. Ölüm zamanını ve yerini kendisi belirleyerek sürekli Elbe’ye gidiyor düşünceleri. Kendisine kapalı kapıların önünde, içindeki vicdan azabıyla ölmeyi bekliyor. Bu farklılıklarına rağmen ortaklaştıkları noktalar var. İkisi de kahramanca bir ölümü tercih etmiyorlar. Savaş alanında ölüp destanlara konu olmak derdinde değiller. Artık ölülere alışmış ve yüzlerini buruşturan insanların gözünde kahraman olmak istemiyorlar.
“Er meydanında bir kahraman olarak ölmek kadar nefret edeceğim şey yoktu; bir şiiri hatırlatıyordu bu bana, oysa ben bir şiirde ölür gibi ölmek istemiyordum, bu boktan savaşın reklam resimlerindeki gibi kahramanca bir ölümle ölmek istemiyordum.” – Andreas
Beckmann’ın durumunda kahraman gibi ölmek istememeyi tavırlarından çıkartabiliyoruz. Savaş alanında can vermeyi aşağılayan, savaş alanında ölenlerin sadece sayıyla ifade edildiğini belirten bir üslup kullanıyor. Rutin, sıradan bir ölüm diliyor Beckmann, Elbe’nin koynunda veya bir kapı önünde büzülmüş biçimde.

Dönüşün Olmaması
Savaşın çaldığı hayatları bu iki eserde açıkça görmek mümkün. Savaştan geri dönebilen Beckmann’ın bile hayatı çalınmış durumda. Döndüğü şehir eskisi gibi değil, karısı başka biriyle beraber başka bir hayat kurmuş. En kötüsü de Beckmann’ın içinde durmak bilmeden seslenen vicdanı. Kendisinin idare ettiği bir görev sırasında ölen on bir askerin karısı, çocuğu, annesi her gece ona seslenerek uykularını çalıyor. Bu on bir kişinin sorumluluğunu Binbaşı’ya vermek istiyor ki en azından rahat bir uyku uyuyabilsin.
Andreas içinse farklı bir şekilde görünüyor çalınan hayatı. Tek isteği sakin bir hayat olan ve okuluna devam etmek isteyen Andreas pek çok şeyden pişman: Almanya’yı bir daha göremeyeceğinden, ardından ağlayacak bir kızın olmamasından, daha çok dua etmemiş olmaktan pişman. Çalınan hayatını pişmanlıkla anımsıyor. Andreas’ın edindiği arkadaşlar Sarı ve Sakalı Uzamış Er de hayatlarından bir şekilde uzaklaşmışlar. Tıpkı Kapıların Dışında’da Beckmann’ın karısının yaptığı gibi Trenin Tam Saatiydi’de de karısı tarafından unutulup başka adamlara tercih edilen karakterlerle karşılaşmak mümkün.
Böll’ün yarattığı karakterlerden biri olan Sarı ise askerlikten ve savaştan önceki hayatından bahsediyor sürekli. Ailesinden, yaptığı işlerden bahseden küçük bir çocuk gibi sürekli kırılgan. Hayatının çalındığının en çok farkında olan da o belki.
Sonuç Olarak
Sebebi ne olursa olsun savaşın etkileri yıkıcıdır, parçalanmadır. Zaferi kazanan devletler olsa da kaybeden hep bireyler olmuştur. Kimi akıl sağlığını, kimi uzuvlarını, kimi de geçmişini veya gelecek umudunu kaybeder. Bu yıkımı olumsuzlayan anti-militarist metinler ise ayrıca araştırma konusu olacak kadar çok. Böll ve Borchert, aynı dönemde yaşamış, aynı savaşlara katılmış, savaşın şiddetini aynı derecede hissetmiş iki isim. Özellikle yukarıda bahsettiğimiz eserleri, savaşın kişilikler üzerindeki etkilerini anlamak için çarpıcı örnekler. Bu iki isim olmasaydı, savaşın etkilerini anlatan eserler zinciri mutlaka eksik kalacaktı.
[1] http://www.radikal.com.tr/radikal2/baris-icin-ayaga-kalk-960039/
[2] Bülent Kırmızı, “Wolfgang Borchert’in Kısa Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme”, Mecmua Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 2016