Vesaire Fanzin’in Kısa Hikâyesi

Vesaire Fanzinin Kısa Hikâyesi

Vesaire Fanzin’in (1999) Son Derece Dokunaklı, İbret Verici ve Kısa Hikâyesi ya da Bunaltı ve Bulantı

Vesaire 1999 yılında şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen ile birlikte çıkardığımız edebiyat fanzini idi. (Nedir fanzin: FANatic magaZİNE’dir fanzin.) Türkiye’de fanzin furyasının başlangıcının 1991 yılına tarihlenebileceğini öğrendik Altay Öktem’in çalışmalarından; fanzini çıkarırken bilmiyorduk. O yıllarda fanzinler daha çok İstanbul’da olmak üzere punk, hardcore, heavy metal, popüler kültür ve politik ağırlıklı olarak ortaya çıkmaktaydı. Müzik ve edebiyat (örn: Antoloji fanzin, 1992), sinema, sanat ve edebiyat (örn: Mondo Trasho, 1991) gibi farklı alt başlıklarla çıkanlar da vardı Fanzini çıkarırken bunları da bilmiyorduk; çok geç yaşta İstanbul’u görmüş biri olarak lise son sınıfta iken bunları sadece duyuyorduk, bir örnek elimize geçmiş miydi hatırlamıyorum. Öktem’in 101 Fanzin kitabında yer alan fanzin türlerine baktığımızda şu türleri belirlemiş olduğunu görürüz: Anarcho Punk, edebiyat, rock, black metal, çizgi roman, bilimkurgu, melankoli, şiir/ölüm, heavy metal, müzik, kültür, sanat, deneme, desen, ruh hastalıkları, astroloji, bilgisayar, FRP, alternatif sinema, şiir, tıp/kanser, literatür, siyasi/antisiyonist, akıl, fikir/felsefe, mizah, yazı çizi, sikke, fanzin kültürü-tanıtımı, fetiş, medya, elektronik müzik, askerlik, eski haber/makale, siyasi/Fasişt, siyasi/Anarşist. Bu türlerin bir kısmı Öktem tarafından belirlenmiş. Çoğunun kapağında türleri ile ilgili bir ifade yer almıyor. 1999 yılında ilk sayısı çıkan ve 2000 yılında iki sayı daha soluk alan vesaire fanzin sadece “edebiyat” alt başlığını kapağına taşıyan ilk örneklerden olsa gerek. Bir diğer özelliği ise vesaire fanzin’in İstanbul’da ya da büyükşehirlerde değil de taşrada çıkan bir fanzin olması. Manisa’da bu işi kotardık o yıllarda (düşünün cep telefonu hayatımıza gireli henüz üç dört yıl, fotokopi makinesi icat edileli sadece 61 yıl olmuş). Bu haliyle büyükşehirler dışında çıkarılan ilk fanzinlerden de olmalı. Altay Öktem’in antolojilerinde ve diğer veritabanlarında (http://www.fanzindb.org/fanzin_listesi.html gibi) yer almaması da belki bu yüzden. İyice kıyıda köşede kalmış, zaten ana akım ve popüler edebiyatın dışında akan bir mecra iken fanzin kültürü, bizimki bir de fanzin ana akım ve görünürlüğünün dışında kalmış bir mecmua idi. O dönemde Manisa’da özellikle kendi çevremizde tanınan bir yayındı oysa.

15×21 cm ebadında ve “Vs.” adıyla çıkan ilk sayının ardından kapakta “vesaire” yazmaya başladık. İlk sayı vs. ifadesinden önce kullanabilecek bir yığın kelimenin art arda sıralanmasından oluşuyordu. Sonraki sayılarda kapakta imaj kullanmaya başladık (Ansiklopedilerden resimler kesiyorduk).

“Birkaç aylık edebiyat fanzini” alt başlığıyla (birkaç aylıktık çünkü kaç ay sonra yeni sayıyı çıkarabileceğimizi ve birkaç ay sonra başımıza ne geleceğini bilmiyorduk) çıkan fanzinin sloganları şöyle idi:

Sayı 2 için: “Hayatın “cover”ını yaptık, yok satıyoruz.”

Sayı 3 için: “Gerçek henüz kapatamadığımız yaralarımızdan sızıyordu şimdilik / Yeraltında değildik, Biz düş’tük sadece…”

Arka iç kapağa Enis Batur’un “Aslında hiçbir şey yazılmasa da olurdu” dizesini ödünç almıştık.

Aptülica’nın Fanzin mevzuu üzerine yazısında belirttiği bir gerçekle de çakışıyor 3. sayıdaki mottomuz. Şöyle diyordu Aptülika: “Birileri onların yaptıklarına batıcı bir isim taktı: UNDERGROUND. Yani yeraltı dediler. Oysa bu insanlar anlatacakları şeyleri yerüstüne çıkarmaya çalışıyordu.” Biz de bu gerçeği ifade etmiştik o yıllarda. Biz yeraltında değildik, düş’tük sadece. Bizi yeraltına ittiler. Yerüstüne çıkmak için bir çaba, bizim için bir patlamaydı vesaire fanzin.

Fanzinin ortaya çıkış hikâyesi de arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde sık sık anlatılır, sonra hadi bir sayı daha çıkaralım nidaları yankılanır ve sonunda muhabbete kurban gidip unutulur vesaire. Anlatmaya başlamadan önce tüm hikâyeyi iki kelimeyle özetlemek gerekirse seçeceğimiz şanslı kelimeler şunlar olur: Bunaltı ve bulantı. Hikâye soğuk bir kış gecesi kütüphane bahçesinin loş bir köşesinde bira içen gençlerden birinin bunalmasıyla başlıyor (bkz: Özgür Zeybek). Bir de bakıyor ki diğerleri de çok bunalmış (bkz: M. Özgür Mutlu, Olcay Özmen). Şiir, öykü vs. yazıyorlar. Hiç kıymet görmüyor tabii, birbirlerine okuyup duruyorlar. Ergenlik problemleri var, başlarında üniversite giriş sınavı gibi bir bela var, aileleriyle kavga ediyorlar, kendi gibi ergenlerle de kavga ediyorlar, her an, okulda, sokakta, evde üzerlerinde kınayıcı bakışların ağırlığını hissediyorlar, devletin ve yerleşik düzenin pençesi altında eziliyorlar, neden hayatta olduklarını çözemiyorlar, ne yapacaklarını, neden o anda orada olduklarını. Hoşlarına gitmeyen bir şeyler var yaşamda; bu da bulantıya yol açıyor. Az gelişmiş politik bilinçleriyle ve şöyle böyle okudukları kitaplardan ve ateşli sohbetlerde sağdan soldan duyduklarıyla edindikleri varlık üzerine çelişkili, emin olamadıkları görüşleri var. Doğru bildikleri tek şey ise bir şeylerin ters gittiği, hoşlanmadıkları durumlar yaşadıkları, hayatlarına kendileri yön vermek isteseler de bunu nasıl yapacaklarını bilmedikleri. Üzerlerindeki baskıyı kıracak bir şeyler yapmalılar. Her şey olabilir bu, evden kaçmak da, suça karışmak da, okulu yakmak da… Onlar da ne yapıyorlar, tutup fanzin çıkarıyorlar. Defterler evden getiriliyor, yazılan çizilen şiirler, öyküler, anlatılar, oflamalar, puflamalar okunuyor, olur mu olur. Yalnız üç kişi olmasak da dört kişi olsak, beş olsak. Sonra biralar içiliyor, sabaha dershane var, eve gidilip yatılıyor. Ertesi gün buluşulup internet kafeye gidiliyor ve evlerde, kafelerde ve en çok Gar Aile Çay Bahçesi’nde günler süren çalışmanın ardından ilk çıktılar alınıyor. Bunaltı ve bulantı sürüp gidiyor.

İlkin sayfaları A4 boyutunda alıp daha sonra yan yana getirerek fotokopi makinesinde küçültmüştük. Daha sonra sayfaları çoğaltmıştık. İlk sayının ilk sayfasının üst kısmındaki boşluğa el yazısıyla başlığımızı yazdık; sanıyorum unutkanlığın sonucu değil, el emeği göz nuru olsun diye bilinçli yaptığımız bir hareketti. Sadece internet kafede yazıları bilgisayara geçirmekle, ansiklopedi kesiklerinden kapak yapmakla, fotokopiyle çoğaltmakla ve zımbalamakla bitmiyordu iş. Bir kere bunlar için ciddi bir para harcıyorduk kendi kısıtlı bütçemize oranla. Sanıyorum 200 civarında çoğaltıyorduk Vesaire’yi. Bu da zaman zaman eşten dosttan borç alarak, aileleri zorlayarak başarılıyordu. İkinci ve üçüncü sayıda kraft ambalaj kâğıdından kapak yapma sevdasına düşünce işler daha da zorlaştı. Maddi zorluğun yanında kraft kâğıt üzerindeki baskının terli ellerde hemen kendini bırakması ve teni boyaması da ayrı bir problemdi. Hem zor hem de eğlenceli kısmı ise fanzini dağıtmaktı. 500.000 TL fiyatı olsa da arkadaşlara, arkadaşların arkadaşlarına vs. elden ele dağıtıyorduk. Şehirlerarası uzak mesafeler gittiği de oluyordu. Birkaç kitabevine bıraktırdığımızı da hatırlıyorum. Nerelere gitti o kopyalar, bir yerlerde unutulmuş, kitapların arasında ya da bir saksının altında duruyor mu bilmem. (Not: Fotokopinin gücü adına: Bu yazıyı yazmaya başladıktan sonra kitaplığın karmaşasında ilk sayıyı bulamadım. Özgür Zeybek’ten istedim, fotokopisini çekip bir nüsha çoğaltarak gönderdi. 1999’da nasılsa, şimdi de öyle elimde tuttuğum nüsha.)

Vesaire Fanzinİlk sayıdan sonraki sayılarda vesaire fanzin’de birçok kişinin ürünlerine yer verildi. Şehir içinden ve dışından, yine tanışıklık ağlarıyla birbirimize ulaştık, birçok insanla tanıştık, adresimize tanımadığımız insanların ürünleri geldi, yer verdik. Toplantılar yaptık gündüz çay bahçelerinde, akşam parklarda. Orada yayınlanan yazıların niteliklerden çok bir araya gelip vesaire fanzine hayat verebilmek bizi mest etmişti. Kimseye yaslanmadan, kimseden izin almadan, kimseye eyvallah demeden bir şeyler yapabiliyorduk işte, birlikte olunca, heyecanı çoğaltınca, azıcık kafayı bozunca.
Biraz fiyakamız da olmadı değil açıkçası çevremizde. Ne de olsa basılı, somut bir şey vardı elimizde, boş konuşmuyorduk. Bazen bizi gösterip, ‘Bunlar fanzin çıkaran çocuklar değiller mi?’ diye konuştuklarını sanırdık arkamızdan. Bu arada yıllar sonra, 2014’te vesaire isimli kültür-edebiyat alt başlıklı bir başka fanzin daha çıktı. Biz değildik ama olsun, onu görmek eski bir tanıdığa rastlamak gibiydi. Bize çok şey öğretti vesaire fanzin, özgüven verdi, edebiyatı sevdirdi.

Fanzinin ilk tohumlarının atıldığı yerin kütüphane bahçesi olması da hayatın cilvelerinden olsa gerek. Manisa’daki bu kütüphanenin adı Kitapsaray’dır. 1938’de yapımı tamamlanan bina 1945’ten bu yana kütüphane olarak kullanılıyor. Şimdilerde parmaklıklarla şehirden yalıtılmış olan bahçesi bizim ilk gençlik yıllarımızda sokakla bütünleşikti. Lise öğrencisi olduğum dönemde karanlık köşelerinde ilk biramı içtiğim bu bahçe sadece ailesinden gizli içki, sigara içen, bazen de orayı mesken tutan evsizlerin değil aynı zamanda bizim gibi edebiyat konuşan, birbirine yazdığı şiirleri, yazıları okuyan ergenlerin de mekânıydı. Yani aslında fanzin maceramız, kitapla ve edebiyatla sokağın kesiştiği bir noktada doğdu. Bir defterim vardı. İçine yazdıklarıma hayranlıkla bakardım. Noktası, virgülü bile benim elimden çıktığı için değerli gözükürdü. Yazdığım ilk öykümsüleri şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen’e Kitapsaray’ın bahçesinde okumuştum. Onlar da şiirlerini bazen ezberden, bazen defterden okurlardı. Yazdıklarımıza sonuna kadar güvensek de elimize geçen dergilerde yayınlandığını görmek hayaldi ve içinde bulunduğumuz şartlarda ve yaşta sokaktan başka sığınacak yerimiz yoktu.

Vesaire yıllarından sonra bu fanzinde ilk kez gün ışığı gören birçok kişi edebiyatta kendi yolunu buldu. Olcay Özmen 2006’da Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülünü kazandı. Sensiz Üç Yağmur ve Çukur isimli şiir kitapları yayınlandı. Özgür Zeybek’in şiirleri birçok edebiyat dergisinde ve seçkide yer aldı, Kanguru yayınlarından Ne Meşhur Silahtı Aşk isimli şiir kitabı yayınlandı. Ali Çetintaş’ın Şiar isimli kitabı 2010’da çıktı. Ben 2011’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülünü alarak Van Gölü Ekspresi ve Notabene’den Karton Ev isimli kitaplarımı yayınladım. Bu kitaplarda sonradan değiştirilerek, düzeltilerek yer alan şiirler, öyküler, nüvelerini vesaire fanzin’de buldu. Böylece, popülere teslim olmasak da hepimiz ilk gençlik yıllarımızda tepki duyduğumuz, mesafemizi koruduğumuz piyasa koşulları içine çekilmiş olduk. Vesaire’nin bizdeki izleri ise asla silinmedi. O zamanlar yaşadığımız heyecanı, inatçı direnci, saf umudu ve naifliği ise asla yakalayamadık sanırım.

Ailelerimiz yoksul değildi. Sınırlı bütçeleriyle bizleri hayatta en yüksek mevkilere taşıyacak ve tabii ki zengin edecek meslek sahipleri olmamız için çırpınırlardı. O yaşlardaki çoğu genç gibi onların yollarına, yöntemlerine karşı koyardık. Sıcak takiplerine karşın ailelerimize hiç olmadığımız kadar uzaktık. Buna benzer duygular yaşayan milyonlarca ergenin küçük bir kısmı edebiyatı ve bir fanzinle kendini var etmeyi, sesini duyurmayı bir çıkış yolu olarak görebilir kişisel hesaplarında. Biz de o küçük grubun içindeydik. Yapsaydık sonuç verecek daha çılgınca şeyler olsa da buna saplanmıştık. Sonunda kendi kabuğumuzu kırabileceğimiz, yazdıklarımızı çevremize ulaştırabileceğimiz bir çıkış noktamız oldu vesaire fanzin. Annem uzun süre o işlerle uğraşmasaydın tıp kazanır, doktor olurdun oğlum diyerek dert yandı çünkü lise sonun son dönemi sınavdan çok vesaire fanzin’e çalışmıştım gerçekten de. İyi ama anne, o zaman da vesaire fanzin olmazdı belki. Değer miydi? Sonra her birimiz bir yerlere dağıldık işte, bunaltı ve bulantı ise sürüp gidiyor, vesaire vesaire.

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin