“Diana’yla ilgili ironilerin en büyüğü belki de kadim avcılık Tanrıçasının adını almış bir kızın başkaları tarafından en çok avlanan olmasıydı. O, oğulları William ve Harry’yi benzer bir kaderden korumamızı isterdi.” Earl Charles Spencer
Büyük ve göz alıcı bir yapının en üst katlarından birinde doğan bir kız çocuğu.
Yapının büyüleyen ortamında, aristokrasinin tam içinde.
Ama ürkek, kırılmış ve melankolik
Bir kız çocuğu anne-baba arasındaki uzlaşmaz tavra tanık olmuş
Anne bir kapı arkasında unutulmuş.
Sevgisiz cümleler duymuş.
Çocuk, anneye saldıran babadan kalan suçları giyinmiş
O kızın tanrısı der ki : “Bir ölümsüz bir ölümlüyle ne yapar?”
Ölümsüz kılıklı babayla ölümlü kılıklı bir anne birlikte hangi yıldıza bakabilirler?
Bak o arada kalan kız çocuğuna. Nasıl da iki farklı rüzgârın cereyanında kalmış.
Özü zayıf iki alaşımın gölgesinde
Hem arzunun hem korkunun tam ortasında
dans etmek, suya bakmak, sonsuz ve karşılıksız sevmek ve aşk vermek ister
Esrik ve kökten eksik kalmış biçimde
Dünyaya bakışın eğreti ve biçimi bozulmuş şekilde
Aşkın ta kendisi olmak ister.
Anne kayıp, baba maskeler ve kılıklar muammasında bir ayıp
Düşüş başlar.
Gözü en tepeye dikerek yırtıkları dikme çabası filiz verir,
Düşerken dünyayı büyülemek lazım der…
Bu görkemli yaşam ülkesinde, aynı görkemli yapının aynı katında genç bir erkek
Annenin gücünden eksik, katılığın, kötülüğün değişmezliği ve esneksizliğin, çoktan ölmüşlüğün koyu kıvamında büyür.
Ava giderken ters rüzgâra kapılmış av tanrıçası Diana
Bir girdap başlar düşüşün verdiği hızla.
Av melankoliktir, avlananın sahip olunmama takıntısı vardır.
Hem aile devşirme hem de av olmama arzusu.
Avlamak istediği bir kemik avcısıdır.
Kemiklere, güzel tohuma karşılık bir kraliyet tacıdır.
Avın diğer adıdır Eros.
Eros okları kendine çevirir.
Yersiz yurtsuz, korunaksız, sürekli değişime açık bir yaş tohum.
Av, normal gibi görünen ama normal olmayandır.
Bir ayağı çukurda bir ayağı arşta olandır,
Bütün bu yarıktan sanat çıkarandır,
Diana bir avdır. Geçiciliğinin farkındadır. Yaşamda anlam ararken anlam katan sanat da bir gün toprakla bir olacağının ayırtındadır. İkisi de hancı değil yolcudur… Bu yüzdendir avcıların Diana’yı dışlayıp avlamak istemesi. Kulaktan kulağa sanatçılarla yakınlığını eleştirmesi. Eros’un izini sürer, sanatın, iyinin, estetik olanın ve biraz çerçevenin dışında kalanın. Yanan bilince derman olanı bulur Diana. Düşeceğiniz tuzakların şifreleri daha çocukken çizildiyse ya sanatla uğraşırsınız ya da yaşamınızı sanata çevirirsiniz. İki olmazın uyuşmazlığından doğar ahenk ve zarafet. En insani tanrıysa Eros, değişen ve dönüşendir, hem nefrettir hem âşıktır hem gidendir hem de kalan. Hem yerdir hem göktür, hem yaşamdır hem ölüm.
Kendini suçlu hisseden, varlığından utanan kusar, yedikleriyle beraber hazmedemediklerini de kusar. Bir Cioran düşüncesi gelir akla:
“Yozlaşma ve içgüdüsel hiçlik insanı duyum inancına zorlar. Hiçbir şeye inanmadığınız zaman duyular imanlaşmaya başlar. Mide gaiyyeti… Çürüme, gastronomiden ayrılmaz.”
Trajik bir ölüme giden yolda Diana bu düşüşü nasıl engeller ya da daha uzun zamana yayabilirdi ki? Ölüm vardı, çocukluğundan beri içinden büyüttüğü ölüm tam da en parladığı anda geldi. Yaşamının tam da haz dolu vakitleriydi.
Bir akışkan madde
Etrafı kapalı bir görkemli yapıda
Havasız kalıp kararmış bir göğsün
Boşalmış kuytu köşelerini ne doldurabilirdi?
…Sanat… Tıkanıklıkları açan, acıyı hazza çeviren sanat, edebiyat, yazı ya da başka bir kederi, bireysel acıyı bir şeye çevirebilseydi. Çevresindekiler içgüdüleri bozulmuş, katı, solanı korumak, muhafaza edebilmek uğruna yaşamı ıskalayan kraliyet üyeleriydi.
Sanatın herhangi bir dalı için hammaddelerden sadece biri, bir prensesin trajedisinden, bireyselden toplumsal olana yayılan bu öyküden sanatla ve yazıyla sağ çıkılabilirdi. Belki.
Olmadı.
Sanat bireyin kendisindeydi. Beğeniye, maddi getiriye odaklanan sönmeye gebe. Sanatın kaynağında olan malzeme devlete, monarşiye, hilafete – tahakküme – insan ruhunun ölüsünden beslenen ne varsa ona karşı gerektiğinde ölümü bile göze alıp “bana bir şey yapamazsın” uyarısıdır. Bu uyarı Prometheus’un çağrısıdır.
Tanrılar avlarsa alnında ışıkla yaşayanları.
Av kendini korumak için ani dönüşler yaparsa
Av gece görüşünü tanrının gözüne sokarsa
Bir ülkede karanlık bastırır da sanatçı av olursa
Av da zaten bir avcıysa sanatçı da Diana da çatışır
O zaman bir gürültüdür kopar. Kopkoyu bir madde iner gökyüzünden
Avcı ruhlu av avlansa da tüm varoluşuyla olacakları bekler.
Korkunun doğurdukları “sus başına gelecek var…” diye fısıldarlar
Yazma sus, resim yapma, o heykel başına bela olacak vesveseleri düşer sanatçının içine.
Sanatçı devletin, muktedirin tam gözlerinin içine bakar. Bir an bile kırpıştırmaz gözlerini. İşte avlandığı andır ki bunu bile isteye yapar.
“Diana sus! Yeter kafa tuttuğun monarşiye” derler. Kapalı kapıların ardındakileri dökme ortalığa, fazla yardım etme yaşamın alt katındakilere, mayınlarla savaşma, savaş doğuran, savaştan beslenen bu garip tanrıya kafa tutma. Bir trajik ifrit gelir yuvalanır yoluna.
Sanatçı da Diana da duraksamaz bile, bir tarikat mantığı ile işleyen devlet yapısı ve monarşi, kuralına uymadığınız dakikada sürgün ve sistemli horgörü başlatır. Zaten bu yapı, içindeyken içgüdüleri imha edip dışına çıktığınızda, sanatçıyı ve Diana’yı tek başına yaşayamaz duruma getirmek hevesindedir. Hayvan bir alt neslini korur, çocuklarına yuva yapar, iyi bakar. Hayvan yaşam tehlikesi ve açlık dışında cinsine saldırmaz. Kendi âlemindekilerin içgüdülerine göz koymaz. Hayvan bile yapmaz.
Ve tarih ikisini de deli/uyumsuz ilan eder.
İkisinin uyumsuzluğu farklı olsa da ikisi de tarihe çentik atar. Gözünü diken av geri adım atmadığından kendi ateşini kendisi yakar. Ölüm mü zulüm mü gelir bilinmez ki.
Her ikisi de gelsin sadece muktedire boyun eğişin pis kokusu gelmesin.
Hikâyeyi yeniden yazsa bencilliğini besleyen tanrı
Hep iyilik güzellik diye eğlense bizle. Biz farklı illüzyona bile razıydık.
Diana elinde fırça ya da kalemle yaratsaydı özünden geleni
Bir anlam katsaydı uçucu, yere göğe sığmayan varlığına. Sanatla hemhal olsaydı, o en görkemli yapıda muktedirle çatışmadan, çaktırmadan, usulca. Yazsaydı başkasını anlatır gibi.
O büyük kapıdan girdikten sonra gördükleri, yaşadıkları, çocukluktan kalan geçmiş zaman artıkları, duygu kırıntıları, kırıkları ve bütün bunların yoğunluğuyla şiir olsaydı.
Ölümünü zamana yaysaydı, adının anlamı Roma mitolojisinde “Avcı” iken kaç zamanı dürdün de araya giren zayıf kök av yaptı seni? Avın gölgesi avcı iken, sanatın gölgesi muktedirken ikisi de bir ipin üstünde cambazken bu âlemde ikisi de olması gerekirken ikisi de birbirinin sınırını bilerek ya da türlü türlü oyunlarla bu sahneyi doldurabilirler.
Bir prensesin içgüdülerinin kaybıyla avlanması ya da bir Sanat okulunun kapanması, bir piyanistin dışlanması, konser iptalleri gelecek nesilde avcının ya da muktedirin zayıf noktasından vurulması değil midir? Devran döner çünkü devran mutlaka döner.
Bak Diana ve dünyanın tüm sanatçı varlığı kulak ver Bachmann’a. O da kötülüğün yumruklarına dil ile direndi. Bilincin katmanları altında dilimiz de kendimiz de birdir dedi.
“Başka şeylerle örtünürdük tarih öncesinde
Sende tilki bende kokarca postu vardı,
Daha eskiden ise, Tibet’in derin bir vadisinde
karlar altında kalmış çiçeklerdik”