İnsanlığın ilk var olduğu kadim zamanlardan bu yana, gökyüzüne ulaşmak adına duyduğu o derin merak ve iştiyak, insanoğlunun içindeki sonsuzluk hissiyatını var etmiş ve onun hayal dünyasında mühim bir yer edinmiştir.
Gök kubbenin engin bilinmezliğinden mülhem, insanın ruhunda oluşan boşluk, onun gökyüzü hakkında bir kutsiyet şuurunu beslemesi ve geliştirmesi için tam teşekküllü bir zemin teşkil etmiştir.
İlk çağlarda gök gürültüsünün haşmetli sesinden mütevellit yüzündeki dehşet ifadesiyle saçlarını yolan bir homo sapiens düşünelim. Onun zihnindeki korku, ışıklı ve çepeçevre betonarme bir dekor ile tezyin edilmiş geniş caddeleri adımlarken aniden bastıran yağmur altında kalakalmışlığımızın bir benzeri değil midir? Zihnimizde oluşan o güvensizlik duygusu ile bir an önce sıcak ve konforlu evimizin huzuruna kavuşmak istemez miyiz? Gökyüzünün tehlikeli şefkatine yorarız yağmuru ve güneşin sıcak yüzünü bekleriz. İlkelliğimizden, bir silsile halinde bize kadar uzanan kadim bir güdüdür bu.
İbadetlerimiz gökle ilintili, ibadethanelerimiz göğe uzanmaya meyillidir. Yıldızların geleceğe dair fısıldadıklarını duymak ister ve hatta onlara mitolojik kıymetler biçeriz. Resimde, İsa’nın vaftiz sahnelerinde kutsal ruh güvercin olarak gökyüzünden iner. Mimaride ise neredeyse tüm medeniyetlerin eserlerinde görülen ortak bir tezyin unsuru vardır. Bu unsur, gökyüzü ile daimi bağını muhafaza eden mitolojik kuşlardır. İstanbul Ayasofya’da kubbeden, kubbeyi taşıyan elemana geçiş bölümlerindeki muazzam melek tasvirleri (serafim, kerubim) ile İslam mimarisinde iç kubbeyi çepeçevre saran ve muhtevası genellikle ayetler ve hadisler olan muhteşem hat sanatları, gökyüzünün sırrını irdelemek açısından mutabık lakin ifade açısından farklı iki mühim unsurdur. İnanç tarihinde güneşe, aya tapılmış, gökyüzü ve gökyüzündekilere biçilen mana her devirde farklı bir şekilde kendisini göstermiştir. Etimolojik olarak Arapça’da, “kamer” (ay) kelimesinin “müzekker” yani eril, “şems” (güneş) kelimesinin ise ”müennes” yani dişil olması Arapça’nın kökeni göz önünde bulundurulduğunda bir hayli dikkate şayandır. Dildeki bu cinsî ayrımın göksel tahlili, etnolojik açıdan irdelenmesi gereken bir husustur.
Yine mimaride kubbeyi taşıyan elemanlar (sütun, paye…..vb.) dinsel açıdan gök kubbeyi taşıyan manevi kudret kaynaklarına işaret etmekte ve göğün derinliğine uzanan nihai nokta, hakikatin sırrı olarak görülmektedir. Mistisizm ile gökyüzü arasındaki bağ ise bahsedilmesi gereken başka bir konudur. İnsanın ruhundaki merhaleler ile özdeşleştirilen gökyüzünün katmanları mistik anlayış için mühim bir teşbih ve insanın arınmasını öngören her öğreti için muhakkak işlenmesi gereken bir husustur. Tradisyonist bağlamda bilgi dikey bir düzlemde akışını sağlar ve yine Titus Burckhardt, Rene Guenon gibi tradisyonistler eserlerinde bu hususu çok sık irdelerler. İslam düşünürleri arasında ise İbnü’l Arabî gökyüzü hakkında çeşitli doktrinler geliştirmiş ve Dante’ye dahi ilham kaynağı olmuştur.
Gökyüzü ve insan hakkındaki düşüncelere bir giriş mahiyetinde kaleme aldığımız bu yazımızı sonlandırırken, maviliklerin güven verici doruğunu ve bulutların kasvetli yükünü kalplerimizde taşıdığımızı bilmeli ve baştan başa bir gökyüzü enginliğini kendisinde saklayan ruhlarımızı kâinatın özü olarak idrak ve muhafaza etmeliyiz.