Modern sanatın, moderniteye dayalı niteliklerini tasnif ederken ölçü nedir? Bu soruyu, bir de daha yüzeysel bir perspektiften ele alalım ve diyelim ki; “Bir sanat eserinin modern olması için gerekli olan şey nedir?” ve hemen ekleyelim; “Eserin, sanatçısı tarafından meydana getirildiği çağ ile uyumlu olması mı?“
Sanatı “modern” yahut geleneksel (kadim) diye belli başlıklar altında kategorize etmek, sanatın zamansızlık hüviyetini yok saymak değil midir? Üstelik bir sanat eseri, meydana getirildiği 1000 yıl öncesinden şu zaman dilimine dek tesirini sürdürmeye muktedirken ve sanatın dili bize her zaman betonarme çırpınışlarımız içinde zamansızlık olmak hürriyetini fısıldarken sanatı zamana hapsetmek nedir?
Bugün biz hâlâ Mona Lisa’nın belli belirsiz bir istihza ile süslenmiş tebessümünü izliyorsak yahut “İnci Küpeli Kızın” küpesinden süzülen ışığın mekân ötesi tesirinde, ışık kavramını hep yeni baştan irdeleyebiliyorsak velhasıl zamanı, zaman içinde unutabiliyorsak niçin kategorize etmek hastalığına tutuluruz? Anlamak için mi?
Zaman, basit bir anlayış aksiyonunu daha da basite indirgerken, ancak keskin bir anlayışın ürünü olabilecek nispette vuku bulan sanatın, her daim yeni olacak olan cevherini niçin katlediyoruz. Kendimizi bir “Dostoyevski” romanının göğsünde, vehimler ile sarhoş hissetmiyor muyuz kimi zaman? Kimi zaman varlık sancımızın bulantısında “Sartrevari” bir bakış ile bakmıyor muyuz dünyaya? Sanat manayı ancak madde vasıtası ile açıklayabilir. Zaman bizzat madde’ye hakimdir. Mana için zaman mümkün değildir… Öyleyse sanatın ancak bir vasıta olarak kullandığı maddenin zamana olan acziyetini, sanatın nihai hedefi olan manaya nasıl addedebiliriz?
Bütün dahiler, dehalarını zaman ötesi bir kudret ile yoğurabildikleri takdirde zamana tesir edebilirler. Bu, dehayı zamanın belli bir dilimine hapsetmez, aksine zaman üstü bir duyuşun ve bir anlayışın merkezi haline getirir. Maddenin manaya dokunduğu her alan, bir merkeze muhtaçtır.
İlk “Homo religiosus” (dinsel insan) bir merkeze sahip olma hasretiyle manayı irdelemişti. Bir merkezden evrilen hissiyatı ve idrakiyle homo religiosus, teklikten çokluğa erişmiş, kendi dokusunu kendi inanç sistemiyle var etmişti. Yadsınamaz bir gerçektir ki, bugüne kadar gelen tüm “inanç mimarisi” düşey olarak bir merkezin varlığını vurgulayarak yatay düzlemde eşit bir zemin sunar. Bu mananın maddeye aksidir.
Gelenekte kültleşmiş olarak çağlar boyu akışını sürdüren formlar, modernite kavramı ile kendi özgünlüğünden bir şey yitirmez. Ancak modernite kavramının etkisinden söz etmek zaruri ise, belli farklılıklar içerebilir ancak. Bu zamanın bizzat etkisidir. Bir zaman diliminde var olmuş olan, ancak yeniliğini ve nadirliğini asırlarca muhafaza eden tek ürün sanat eseridir.
Öyleyse zamanın güneşi, bir Van Gogh sarısının yerini ne kadar tutabilir yahut geçiciliğin köhneliği bir Mimar Sinan eserinin göğsündeki heybeti nasıl söndürebilir? Bir Chopin Nocturne’ünde içimize damlayan melankoli, bu çağın kalabalık metropollerinde çalan popüler şarkıların rüzgarıyla nasıl kuruyabilir? Zamanın sanat ile ilişkisini “yeni, eski”, (modern, geleneksel (kadim)) gibi düaliteye mahkum etmek, kainatın bir bütün halinde işleyen sistemini idrak edenler için ne kadar mümkün olabilir?
Daryuş Şayegân geleneksellik ile modernite arasında kalan insanın açmazlarını kavramlaştırarak “Kültürel Şizofreni” ibaresini kullanmıştır. Bu ibareyi sanat mefhumu için idealize edersek eğer, karşımıza mühim bir problematik çıkacaktır. Sanatı içselleştiremeyen, modernlik yahut geleneksellik ölçüsünde, sanatın bütünlüğünden uzaklaştıkça estetiği idrak edemeyen bir insan prototipi…
Karşılaştığı bir sanat ürününün moderniteden mi yahut gelenekten mi etkilenmiş olduğunu tayin etmek için çabalarken, estetiğin kıymet hükmünü yitiren bir algı. Bu, muhatabı bizzat insan olan sanat ve sanatçı için ne büyük bir hüsrandır…
İnanıyorum, kategorize edilen her şey, kendisine has tüm ulviyeti, kategorize edildiği seçenekler ile birlikte kaybeder. Sanat, ezelden ebede uzanan çizgide bir bütün halindedir ve sanat belki de zaman geçtikçe geçme