Ayrıksılık ve Tuhaflığın Manifestosu: Süreyya!

Ayrıksılık ve Tuhaflığın Manifestosu Süreyya

Şimdi sessiz olun. Parmak uçlarınıza basar gibi ilerleyin. Rolleri, “biçilmiş ve dikilmiş” görevleri bir kenara bırakın. Ya da içinde olduğunuz durumu bırakmayın ama elinize bir de ayna alın. Bir kadının yanına gidiyoruz. İsmi Süreyya olan, isminin anlamının aksine parıldayamayan ama tüm varoluşuyla “orada” olan bir kadının yanına sokuluyoruz usulca.

TEKİNSİZ YAZGI
Nil Sakman’ın ustaca kişilik çözümlemesi yapıp bizi ruhsal bir labirentte dolaştırdığı eseri “Süreyya”dan bahsediyoruz. Diken üstünde başlıyorsunuz kitaba ve sonra mezarlık kenarından geçerken ürktüğünüzü çaktırmamak için çaldığınız ıslığı duyuyorsunuz içinizde. Bazılarımızın, içinde köşelere sokuşturduğu o “tuhaf kadın”la göz göze geliyorsunuz her satırda. Bu tedirgin ruh; pazar günü cıvıltılarını sevmeyen, o coşkudan irkilen, kanatlarının tüylerini sırtında hissedip onu çekip uzatmak için çabalayan bir kadın.

Nil Sakman anlatısını “Bahçede, İç, Hastalık, Dış ve Eksik” olmak üzere beş bölümde gerçekleştirmiş. Birçok gizli noktanın çözülmeye başladığı “İç”te Süreyya’nın fizyonomik özellikleri, çocukluğundaki görüntüsü ve metabolizma yapısı betimlenerek ruhsal yapısıyla ilişkilendirilmiş. Akla Arthur Schopenhauer’in fizyonomi ve insan suretinin karakterine dair ipuçları sunabileceğine ilişkin savı geliyor. Ailesinin sürekli kontrol altında tutuşu, “yorulursun, hastalanırsın…” şeklindeki telkinleri bir ömre yayılıyor.

Kurgu ilerledikçe evinin bulunduğu ağaçlı yoldaki kavak ağacına yıldırım düşmesi senkronize bir şekilde yaşamında bir şeylerin yok olduğu hissine kapılmasına yol açıyor. Arkaik çağlara atıfta bulunan, pagan öğretilerinden feyz alan bir bilgiyle doğanın kudreti karşısında insanın insana muhtaçlığı açığa çıkıyor. Bu kurgusal tasarım Danimarka’lı yönetmen Lars Von Trier’in yönettiği “Melancholia”nın final sahnesinin izdüşümü niteliğindedir adeta. Sahnede dünyaya son hızla yaklaşmakta olan göktaşının çarpma anında kişisel çatışmaları bir kenara bırakarak kenetlenen kız kardeşler çarpıcı biçimde verilir. Süreyya da yıldırım düşmesiyle yaşamın pek de kayda değer olmadığı duygusuyla yüzleşir. Sarsıntı, gerçek benliğe ulaşma çabasını getirir.

Ayrıksılık ve Tuhaflığın Manifestosu Süreyya
Süreyya, Nil Sakman, YKY, Anlatı

BENLİĞİN YIKIMI
Paragraflar arasında ilerlerken Sakman’ın Süreyya’nın doğum anını, mezar ziyaretini, annesinin ölüm ve cenaze sürecini bütün açıklığı ile tasvir etmesi – gözlerimizin önüne çıplaklığı ile getirmesi- rahatsızlık ve huzursuzluk vererek benlik sınırlarını zorlamaya çağırıyor. Kadınlık halleri olan ağda, kanama, doğum anı sıvıları, bacakta açılan yaralar -anlatıyı Süreyya’nın bir içle konuşması olarak düşünürsek- kendisinde önce tiksinme ve iğrenme daha sonrasında kurulu düzenin kimlik sınırlarını zorlayarak muğlak hale getirir. Bu olgu Bulgar dilbilimci, edebiyat teorisyeni ve psikiyatr Julie Kristeva’nın “abject” varlıklar kuramını devreye sokar. Abject Türkçede illet, küçük düşürücü, mide bulandırıcı anlamındadır. İğrenç ve korkutucu olan bireyin sınırlarını zorlar. Öznenin kendine kurduğu dünyayı allak bullak eder. Bir kurala, kalıba uymayan sınırlara sızan sıvılar öznenin mevcudiyetini ihlal ederek mevcut düzeni tehdit eder. Bacağında açılan açık yaralar, irinli sıvılar yaşamına dair bir izlek ve modernizmin estetik anlayışına bir karşı duruş niteliğindedir.

Anlatının “Hastalık” başlıklı bölümünde içinde bulunduğu ruh halini “Ben kimim?” sorusu bağlamında çocukluğu, öğrenciliği, arkadaş ilişkileri, açıklanamayan gerginliğinin izini sürer.

Bağışıklık sistemi baştan yenik düşmüş bir psikolojinin çocuğusun sen de…”

“Hastalık” bölümünde geçen bu alıntı metabolizmasını, ruhunun dinamiğini, bir şeylerin dünya gerçekliğine oturmayışının acı farkındalığını çok iyi tasvir eder. Bunu keskin bir biçimde komşu teyzenin ince çoraptan görünen ojeli tırnaklarını açık yaraya benzetmesinde görüyoruz. Alacakaranlık bir patikada usul usul ilerlerken kadınlığın belirlenmiş, çerçevesi çizilmiş halini, çocuk yapmayarak, içinde olduğu ilişkiden kaçarak, eşyanın ve özellikle metafor olarak kullanılan “bahçe”nin bakımsızlığı ve dağınıklığı ile yıkmaya çalışır. Kadınlık imge ve sembolleri Süreyya’ya ürkütücü gelir. Bu ürkme duygusu, kadınlıkla ilgili sistemin empoze ettiği şeylerin baskısıyla eşdeğerdir.

NOMEN EST OMEN
Eski Romalılar insanın isminin talihi, yazgısı olacağına inanırlardı. Bir genelleme olarak düşünülmemesi gereken bu inanç Süreyya’da karşılığını bulmaz. Lisedeyken bir sırrın peşine düşmüşçesine sözlüğe bakıp isminin anlamını arar. Kuzey yarımkürede Serv burcunun en parlak yıldızı olan Eddeberan’ın ilerisinde ve Feres-i Azam istikametinde görünen güzel bir yıldız kümesi olarak tanımlanır. Aile üfler kulağa ismi. Anlaşılıyor ki bahçede, evde, girdiği her ortamda “parlamak” olsun varoluş sebebi diye koyulmuştur bu ağır tınılı isim. Bu bilginin karşılığını vermez Süreyya. Beklenenin aksi istikamette sürer yaşamını. Parıldamayan, özensiz, kendini gizlemek için ne yapacağını bilemeyen biridir.

Eski bir aşkı getirir bize zaman. Vuslat bey olarak çıkar karşımıza eski aşk. Geçmişi eleştirir Süreyya, kendi samimiyetini ve Vuslat Bey’in, O’nda görmek istediklerini irdeler. İlişkilerin bir oyun olduğunu, kimsenin kendi hakiki içini sunmadığı kaçamak bir alan olduğunu geçmişe baktığında görür. Bu da varlığı üzerinde büyük ağırlık yaratan, kıpırdamasına izin vermeyen bilgi yüküdür. Bilgi yükleri zamanla artar, bilgiye açlık açlığı getirir.

Süreyya tüm kabullere bir direniştir. Bütün simgeleri altüst etme çabasıdır. Ailenin, toplumun çeperleri inşa etmesini umutsuzlukla ama cesaretle durdurma çabasıdır. Okurken anne/babanın, komşu teyzenin, bakkalın, öğretmenin, hepimizin bütün kadın ve erkeklerin üzerine standart düşünce kalıplarını ilmek ilmek ördüklerini görürsünüz. Fransız yazar ve düşünür Simone de Beauvoir’dan şu alıntı, örgünün ipini çekip sökmeyi ima eder;

Asıl kötü olan kendini tanımlanmış, çerçevelenmiş, olup bitmiş olarak bulmak, gelip geçici anların birbirine eklenmesiyle etrafınızda sizi kapana kıstıran bir kabuğun oluşması…”

Cümlelerde gezinirken Tezer Özlü, Ingeborg Bachmann, Leyla Erbil, Sylvia Plath, Aslı Erdoğan geçiyor aklınızdan. Onların anlattığı kadın karakterlere, öykülere uzanıyorsunuz. Süreyya, toplumsal kurallara, diğer gözlerin alışagelmiş olduğu görüntülere karşı nüvelerindeki garipliği sahiplenen, seven ve sanatsal dışavurumla kendilerini gerçekleştiren kadınların izini sürüyor.

Kitap bitiyor ve kadınların hatta erkeklerin çizilmiş sınırlarını, hepimize hap gibi verilmiş “bilgileri” yumuşatmaya itiyor. Biliyoruz ki her şey “yüksek değerleri” olan, duyguları ketlenmiş işlevsiz ailelerde tohum veriyor.

Ayna tutmaya en küçük birimden başlayalım mı ne dersiniz?


Alıntılar: 
Süreyya – Nil Sakman YKY – 1. Baskı Şubat 2017
Moskova’da Bir Yanlış Anlama – Simone de Beauvoir YKY – 1. Baskı 2014

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin