“Kafesin biri kuş aramaya çıktı…” Franz Kafka
Yalnızlığın cehennem derinliğinde bir tünel rüyası gördü Kafka, varlığını lavlarla püskürteceği. Adına, “Dava” dedi, ya da onu bile diyemedi tam.
Arkadaşının ışığıyla aydınlandığında gözleri ona güveneceğini biliyordu. Biliyordu yak dese de yakmayacağını kitaplarını. Yakmak istese Gogol gibi kendi çakardı kibriti kâğıt tomarlarına. Neden mi yak dedi Max Brod’a, tabii korusun diye. Yak, pekâlâ koru anlamına gelebilirdi üst dilde. Sorumluluktan korumak, korumanın en tehlikelisiydi belki. Bak dostum, “karanlık bir tünel içerisine yazar gibi yazmak gerekiyor, karanlık içerisine…” Ancak kahramanlarının kendisine başkaldırmasından korkmayan bir yazarın cümlesi olabilirdi bu. Yaşama güçlerini kendi içlerinden almayan kahramanları hangi kalem yaşatabilirdi. Kahramanlarının dahi sorumluluğunu üzerine almak istemedi o. Kaderleriyle baş başa bıraktı onları. Nasıl dış dünyanın gerçeklerinin sorumluluğundan, kendi içinde geçerliliği olan bir dünya yaratarak kaçtıysa öyle bıraktı kahramanlarını düşmanlarının önüne. Zira gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akardı insanın içine. Bütün imkânların tükendiği an bir ışık parlardı tünelin ucunda.
Camus’nun diliyle, her şeyi gösterdiği halde hiçbir şeyi teyit etmemek için çırpınan bir yazarla karşı karşıyayız. “Fakat”larla, “gerçi”lerle, “ama”larla, “öte yandan”larla tüneller açan bir edebiyat kaçağıyla. Hoparlör kullanmayan bir direnişçiyle yüz yüzeyiz, ses tonunu değiştirmeyen bir ısrarcıyla. Dava’ya nüfuz edebilmek için Kafka’nın ruh kıyafetlerini giymekten başka bir çaremiz yok. Bir davaya nasıl bakar Kafka? Başına gelen bir felakete karşı nasıl bir tutum takınır? Gustav Janouch’un “Kafka’yla Konuşmalar”da anlattığı bir anekdot tam da burada imdadıma koşuyor: “Annemle babamın davası için alınan boşanma kararını dinledikten sonra, Franz Kafka’yı ziyaret ettim. Çok heyecanlıydım, acılıydım, dolayısıyla haksızlık ediyordum. Yakınmalarım tükenince, Kafka dedi ki, “Sakin ve sabırlı olun. Bırakın kötülük, tatsızlık üstünüzden sessizce geçip gitsin. Onlardan kaçınmaya çalışmayın. Tersine iyice gözleyin onları. Bırakın tepkisel sinirliliğin yerini etkin bir anlayış alsın, büyüyerek her şeyin üstüne çıkarsınız böylece. İnsan büyüklüğüne ancak kendi küçüklüğünü aşarak erebilir.” “Bırakın kötülük, tatsızlık üstünüzden sessizce geçip gitsin,” dese de Kafka, Joseph K.’nın üzerine yapıştı kötülük. İnsanın doğruyu sezecek bir yaradılışı olduğuna inansa da, kimseye sezdiremedi suçsuz olduğunu. Bir banka memuruydu asla değişmeyeceğini düşündüğü bir yaşamı olan. Otuzuncu doğum günü sabahına kadar böyle düşünmeye devam etti Joseph K. Fakat o sabah tanımadığı kişilerce uyandırıldı bütün şüpheliler gibi. Bilmediği bir suçtan tutuklanmış ve avukatının bile “ Bundan böyle o kadar inatçı olmayın, çünkü insan bu mahkemeye karşı kendini savunamaz” dediği tuhaf bir yargı labirentinin içine itilmişti. Elini kolunu sallayarak dolaşsa da şehirde masumiyetinin değil suçunun takipçisiydi. Yüzlerini görmediği yargıçlara karşı kendini savunmak için sokak sokak mahkeme salonlarını arıyordu Joseph K. fiehrin sokakları belli ki labirentin ta kendisiydi.
Heyhat! Yargı mekanizmasını tanımaya çalıştıkça derinleşiyordu labirent. fiato’daki ölçüm memuru gibi savruluyordu her seferinde. Gittikçe iradesi zayıflıyor, kendisinden başka herkesin suçlu olduğunu düşünürken, kendisinden başka bir suçlu olmadığını düşünmeye başlıyordu. Belki de sevgisizlikti suçu. Hiç kimseyi sevememek… Annesini de mi? Evet annesini de. Para yardımında bulunuyorsa da yılda sadece bir defa, o da doğum gününde ziyaret etmektedir onu. Belli ki Camus’ya Yabancı romanında ilham veren de Kafka’dır. Cinayet işlediği için değil, annesinin cenaze törenine gitmediği için yargılanmaktadır Meursault orada. Fakat insanın kendini yargılamasının sonuçları her zaman daha ağır olmuştur. İnfazı başkaları yerine getirse de kararı veren kendisidir. Sonunda labirent bir katedrale çıkmış, vicdan vurmuştur kürsüye çekici. Joseph K. otuz birinci yaşına basmasından bir gün önce kendisini tutuklamış olan iki kişi tarafından evinden alınıp öldürülmüştür.
Kafka’nın bütün karakterleri gerçek bir dünyanın rüya kahramanlarıdır. Can yakacak kadar gerçek olan bu dünyada bir işleri, düzenli birer hayatları vardır. Her şey yasaldır, her şey kitabına uygundur. Resme uymayan yalnızca ruhlarıdır. Edebiyat tarihinin belki de en girift karakterleri Kafka’nınkilerdir. Yazarın onları gizlemesinden değil, ruhlarını açıkça önümüze sermesinden kaynaklanmaktadır bu büyü. Ve bu büyünün en iyi temsilcilerinden biri de Josef K.’dır. Peki, kimdir Josef K.? Dava’nın çehresiz ve silik karakterlerinin söndürmeye çalıştığı bir umut meşalesi! Adı konmamış bir şehrin tek kişilik halkı! Resimli çocuk kitaplarını andıran hukuk kitapları arasında kötürüm bir avukatın merhametine terk edilmiş uzatmalı bir mahkûm!
Kafka, kahramanının fiziki özelliklerinden mümkün olduğu kadar az söz eder. Onun eşkâlini çizmek okura düşmektedir ve yazarın satır aralarına gizlediği ipuçlarını pekâlâ bir anahtar olarak kullanabilir. Örneğin uzun boylu olmadığını, çok güzel koyu renk gözlere sahip olduğunu öğreniyoruz Joseph K.’nın. Fakat bir özelliğini daha keşfediyoruz ki, bir kahraman portresine yakıştırmakta güçlük çekiyor zihinlerimiz. K., ressam Titorelli’nin atölyesindeyken, kapı deliğinden içeriyi gözetleyen kızlardan öğreniyoruz bunu. Kızlardan biri şöyle sesleniyor ressama: Ne olur, o kadar çirkin bir insanın resmini yapmaya kalkma.
Kafka kahramanlarının hepsi gibi K. da kendini büyük ve acımasız bir sistemin altında ezilmekten, yok olmaktan kurtarmaya çalışmaktadır. Doğrusu o Kafka’nın yoksul piyonudur, yargılamadan yok etmelerin, işkencelerin ve hileli adaletin karşısına diktiği. Bir yabancı ve bir yalnız gibi yaşar yeryüzünde. K.’nın sözleriyle: İnsan bu dünyada otuz yıl yaşamışsa eğer ve benim gibi hep yalnız başına savaşmak zorunda kalmışsa, o zaman beklenmeyen olaylara karşı bağışıklık kazanıyor ve bunlar yüzünden çok sarsılmıyor, özellikle bugünkü gibi olaylar yüzünden. Böyle söylese de eğreti durur bir araya geldiği bütün insanların yanında ve ne yaparsa yapsın asla bir topluluğun parçası olmayı başaramayacaktır.
Aksamadan her zaman işleyen bu büyük sistemde göze batmadan, kimseyi rahatsız etmeden yaşamaya çalışan bütün Kafka karakterleri gibi Josef K. da bu çabasında başarısız olur. Oysa sarsılmaz bir inançla başlamıştır kendini savunmaya. Sisin arkasında gizlenen bir dağ gibidir sistem. Sis dağıldıkça büyüklüğü ortaya çıkar. Ve o büyüdükçe K. küçülür. Bir süre sonra beraat edeceğine dair beslediği inancının yerini bir boş vermişlik duygusu alır. Çünkü Kafka’nın tabiriyle K.’nın eğilimi her zaman her şeyi elden geldiğince oluruna bırakmak, en kötüye ancak en kötü gerçekleştiğinde inanmak, her şey tehdide dönüştüğünde bile gelecek için önlem almamaktı. Doğrusu kahramanının bu teslimiyeti Kafka’nın eserlerindeki kıstırılmış ses tonunu aydınlatacak niteliktedir. Bernt von Heiseler’in, anlatıcının ses röntgeninde gördüğü de başka bir şey değildir: “ O, tonunu değiştirmeden, bağırmadan, fısıldamadan anlatıyor. O, çok sade olarak şimdi olanları, sonra olacakları birbiri ardı sıra sıralıyor. O, bunları inci taneleri gibi arka arkaya bir ipliğe diziyor.”
Kafka her ne kadar kahramanının fiziksel özelliklerinden bahsetmese de karakteri konusunda suskun kalmaz. Josef K.’nın hangi ülkede olduğunu bilmesek de o meçhul ülkenin başkentinde yaşadığını ve büyük bir bankada birinci şef olduğunu biliyoruz. Otuzuncu doğum gününü kutlamak üzere olmasının yanı sıra, düzenli, ailesinin gurur duyduğu ve onlara hesap vermekle yükümlü olduğunu bilen, doğru sözlü, dikkatsiz ama her şeyi doğru kavrayabilme yeteneğine sahip bir insan olduğunu da roman ilerledikçe öğreniyoruz. İki özelliğini daha öğreniyoruz ki bunlar Josef K.’yı tanıtabilmekten çok anlayabilmeye yöneliktir. O her zaman ders almaya ve deneyimlerden öğrenmeye hazırdır. Davasını ve başına gelen her şeyi bu iki süzgeçten geçirerek ruhunda oluşabilecek darbeleri hafifletmeye çalışır.
Josef K. neyle suçlandığını bilmediği davasıyla uğraşırken zaman zaman bir kahramana dönüşür. Bozuk olduğunu fark ettiği bu sistemi düzeltmeye kalkışacak kadar cesur olur bazen. Bir sözcü gibi dikilir sistemin karşısında. Bu hukuk düzeninde daha önce kimsenin fark etmediği boşlukları bulup lehine kullanmaya çalışır. Fakat görevi kaleyi fethetmek değil düşmanı yormak ve kendisinden sonra gelecekler için canını feda etmektir. Hiyerarşik düzeni kahramanlarına sarstırmayan Kafka, fedaisi Josef K.’yı da tek başına bırakır.
Kafka karakterleri tek başlarına birer dünyadırlar. Onlar ne toplumun değer yargılarını benimserler ne de herhangi bir inancın veya kuralların birer yansımaları olurlar. Kimseye zarar vermeden kendi kanunlarını koyarlar. Nitekim K. da bunu yapar ve ölümünü soğukkanlılıkla karşılar. Fakat K. okura öyle bir dünya sunar ve öyle sözlerle hislerini anlatır ki kimse onun idamına yas tutmaz. Ölümün, gitmesi gereken tek yol olduğunu kabul eder okur. Çünkü K. yalnız bir insandan beklendiği gibi kendisiyle şöyle konuşur son kez: Hep dünyaya yirmi elle birden atılmak istedim ve üstelik amacım da onaylanabilir gibi değildi. Bu yanlıştı; şimdi bir yıllık davanın bile bana bir şey öğretemediğini mi göstermeliyim? Bu dünyadan kafası ağır çalışan bir insan olarak mı ayrılayım? Arkamdan davanın başlangıcında ona son vermek ve şimdi, sonunda ona yeniden başlamak istediğimi mi söyleteyim? Bunu söylemelerini istemiyorum. Bu yolda yanıma bu yarı dilsiz ve anlayışsız beyleri verdikleri, gerekli olanı kendime söylemeyi bana bıraktıkları için şükran duyuyorum. Şaşırtıcı olan şudur ki K. eser boyunca gerçekten de yaklaşık yirmi kez elini uzatmıştır. “Çok kez” anlamında söylemiyorum, saydım yirmi kez uzatmıştır gerçekten. Bazen eli havada kalmıştır, bazen sıkıca karşısındaki kişi tarafından sıkılmıştır. Buna rağmen bu ellerin hiçbiri onu asılmakta olduğu uçurumun kıyısından çekip çıkaramamıştır. Öldürüleceği zaman karşı evin penceresinden uzanan iki cılız kolu “yardım etmek isteyen biri” olarak görmesi ellere yüklenen umudun son ana kadar korunduğunu gösteren bir işaret değilse nedir!
Davasını kaybetse de kazandığı şeyler olur K.’nın. Yepyeni bir dünya keşfeder. Kadınları keşfeder, ayrıntıları keşfeder, başkalarının varlıklarını keşfeder, kısacası insan olmayı keşfeder. Josef K. daha önce fark etmediği ayrıntıları görür. Bir anda odaların köşelerinde oturup çalışan insanları görür. Başka odaları, bilmediği kapıları fark eder. K.da zaman kayar ve her şey bir anda bir rüyaya bürünür. Akıl rüyayla yoğrulur ve ortaya Kafka’nın dünyası çıkar.
Bütün kahramanları gibi Joseph K. da Kafka’dan ya da kavka’dan başkası değildir. Ne demişti Gustav Janouch’a bir gün: “ Çekilmez bir kuşum ben. Karganın biriyim/kavka’yım. Teinhof’daki kömürcüde var, gördünüz mü? … Evet o akrabam benden hallice. Kanatlarının kırpılmış olduğu doğru tabii. Bana gelince, kanatlarım zaten tutmaz olduğu için onları kesmek gerekmedi…”
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/Haziran 2012 10. sayıda yayımlanmıştır.