İpler Kimin Elinde: Yazarın mı Kahramanın mı?

İpler Kimin Elinde Yazarın mı Kahramanın mı
Ressam: Leonid Osipovich Pasternak (1862-1945)

Romanla ilgili bir panelde, kitapları çok satan, ünlü bir romancı, kahramanlarını yaratırken ve romanını yazarken izlediği yöntemi şuna benzer tümcelerle açıklamıştı: “Romanımın ilk cümlesini yazarken son cümle aklımdadır. Bir masaya satranç tahtası piyonları gibi kahramanı koyarım. Takvimi hazırlarım. Hangi gün nerde olacak, ne yapacak, kiminle iletişim içinde olacak, tek tek işaretlerim. Romanım böyle adım adım ilerler ve sona varır.” Devamında, romanların okuru etkileyebileceğini, bunun yazara sorumluluk yüklediğini de belirtmiş ve kahramanlarını kurgularken “iyi örnek oluşturmak”tan söz etmişti.

Ünlü yazar,  yöntemini  “roman böyle yazılır”ı açıklamak amacıyla, bunun kurgu için gereken bir uygulama olduğundan en küçük bir kuşku duymadan anlatıyordu. Bense bu açıklamalarını şaşkınlıkla izliyordum ve  “Neden bu yazarın romanları takır tukur, şimdi anladım” diye kendi içimde muzırlık yapıyordum. Panel sonrası, soru-yanıt bölümünde, kimi genç dinleyicilerin itirazlarını da görünce, saptamamda yanılmadığımı anladım.

Elbette, roman şöyle yazılır, böyle yazılmaz gibi genellemeler yapmamak gerektiğini bilirim.  Ancak bir romanın akıp giden olaylar zinciri içinde hayat bulan kahramanın, bir kukla gibi, “tanrısal anlatıcı”nın oyuncağı gibi olmasını  anlamak zor. Kahraman; evet, yazarın belleğinde var olmuştur ve o  aslında simgesel anlamda “yazar”dır; söyleyendir; bu tamam ama yazarın piyonu mudur? Yazarın bize, yani okura “bir şey söyleme” görevlisi midir, onun elçisi midir?  Öyleyse bir “roman kahramanı”ndan söz edemeyiz, olsa olsa bir “tip”, bir “figür”dür karşımızdaki. Biz de okurken, o figürün iplerini elinde tutan yazarı şıp diye yakalarız.

Yazarın bu “itiraf”ı üzerine sonradan düşünürken kimi sorular da belirdi kafamda: Eğer romanın kahramanı böylesine sınırları çizilmiş bir alanda ise,  yazarın “görevlisi” ise, ona bambaşka bir misyon da yüklemiştir. Bize dikte etmek istediği bir şeyler de vardır. Bu durumda da “roman ruhu” denilen o büyü kaçmaz mı? Eğer, romanın kahramanı, yazarın hayat algısına, kendine vehmettiği sorumluluklara uygun kurgulanmışsa, yazar, (paneldeki genç bir okurun deyimiyle) “öğretmen” olmaya soyunmuşsa benim o romanla ne gibi bir etkileşimim olabilir ki?

Bunun gibi sorular, kalıcı olan romanların, unutulmayan roman kahramanlarının ardındaki temel gerçeğin bir yönünü de anlatıyor bize aslında. Büyük ya da iyi romanların yazarının ilk cümleyi yazarken son cümleyi düşündüğüne inanmıyorum. Belleğinde, dosyalarında, defterlerinde alınmış notlar, uzun süre belleğinde yoğrulmuş olaylar ve kişiler elbette vardır ama kanımca, çoğu roman kahramanı, yazma sürecini bir şekilde ele geçirir. Romanın önceden tahayyül edilmiş olaylarını yazara bırakmaz, kendisi yönlendirmeye başlar. Başka bir deyişle, romanın son sayfasına giden yolu, yazar değil, romanın kahramanı inşa etmeye başlar. İyi ama bir roman kahramanı bunu nasıl başarabilir? Bu sorunun yanıtı, yine yazarda gizli olmalı. Bu, yazarın yaratıcılığı, yeteneği ve sezgi gücüyle olabilir, diye düşünüyorum. Yarattığınız eğer bir “tip” ise bunu başaramayacaktır ama bir “kahraman”a can üflüyorsanız, o  kahraman, akıp giden olayların ve insanların, hatta objelerin arasında itirazlara, ayak diremeye başlayacaktır: Hayır, burada böyle davranmamalıyım… Bana yüklediğin kişilik bu şahsa böyle davranmama izin vermez… Bu mekânda neden böyle duruyorum? Ben ona asla öyle bir şey söylemem… Ya da şöyle: Ey yazar, şurada şunu söyle, diyorsun ama ben tam tersini söylemek ve okurunu şaşırtmak istiyorum… gibi. Bu noktada yazar artık ipleri elinden kaçırmıştır. İyi de olmuştur, roman statik olmaktan çıkmış, devingen bir metin haline gelmiştir. Zaten kaotik kişilikler değil midir unutulmaz roman kahramanları?

Kundera’nın bir saptamasını anımsıyorum: “Büyük romanlar, her zaman yazarlarından biraz daha zekidir.” Edebiyatımızın iyi yazarlarından Gürsel Korat da şöyle bir tesbit yapmıştı ki aynen katılıyorum:  “Roman yazmanın en büyük zorluğu, düşünceyi sezmek, temayı bulmak ama yapıtın kalbini, (Orhan Pamuk’un deyişiyle) ‘o görünmeyen merkezi’, yazının akışına bırakmaktır. Yazı bazen öyle güçlü bir akıntıdır ki, dümeni tutup başka yere çeviremezsin ve seni istemediğin sıkıntılara sürükler.”

Yorum yap

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen adınızı buraya girin