Genelde edebiyatımıza, özelde bana eklediklerine minnetle, Tahsin Yücel anısına…
Profanlaşma, insanın iç dünyasının yoksullaşması anlamında kullanılan kavramdır. Diğer bir deyişle insanın, değerli, önemli ve kutsal olanla bağlarını koparmasıdır. Sözcüğün kökünde, Latinceden gelen fanum bulunur. Fanum, kutsal olan yer demektir. Profanum ise kutsalın farkında olmayan anlamına gelir.
Sözcüğün kökeni ve çıkışı dinsel karakterli olsa da 18. yy.’dan itibaren her türlü değer kaybını ve insanın içsel yoksullaşmasını anlatan bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır. Söz konusu yabancılaşmayı içselleştirmiş insan profan diye nitelenir ve şu belirtileri gösterir:
İnsan yaşamı için değerli, önemli, onurlu, kutsal olan şeylerle ilgisi bulunmadan yaşar. Bunlardan habersizdir.
Yukarıda sıralanan kavramlar üzerine konuşmaz, olumlu ya da olumsuz tepki vermez.
Kişilik zayıflaması hatta kişilik yitimi içindedir.
Kendisine ve topluma yabancılaşmıştır.
Solipsisttir.
Dili üretmez, sadece tüketir.
Pek çok açıdan mekanikleşmiş bir yaşamayı sürdürür.
Sorgulamaz.
Aydın gibi görünse de aydın olmayandır.
Edebiyatımızda, profanlaşmış insanı romanlarında ve öykülerinde, kavramı hiç kullanmaksızın, en görünür şekilde anlatmayı başarmış yazarımız, Tahsin Yücel’dir hiç kuşkusuz. Tahsin Yücel’in pek çok eserinde rastlanan bu gizli izleğin en belirgin örneklerinden biri de, yazarın uzunca öyküsü “Ayna“ bana kalırsa.
Hukuk profesörü, iktidarın ve büyük holdinglerin güdümüne girdiği günden başlayarak aynı anda herkes’e ve hiç kimse’ye dönüşmüş, Tarık Uysal’ın öyküsünü okuruz Ayna’da. Sokakta, lüks lokantalarda, işlerini gördüğü holdinglerde karşılaştığı ve hayatında ilk kez gördüğünden kuşku duymadığı üst sınıf insanlarının onu başka birilerine benzetmesiyle herkesleşirken; yıllar boyunca hayat arkadaşlığını yapan kadının, eşinin birdenbire, “Seni artık tanıyamıyorum,” cümlesinden başka bir açıklama yapmaksızın çekip gitmesiyle hiç kimseleşen bir adamın öyküsüdür Ayna.
Seni artık tanıyamıyorum, cümlesi –ne kadar kafa yorarsa yorsun– ne kadar anlamsızsa, tanımadığı insanların yüzlerindeki riyakâr gülüşle boynuna atılmaları da o derece anlamsızdır profesörümüz için. Bir yerlerde büyük bir tersliğin olduğunu içten içe sezse de bunu gerçek anlamda kendisiyle ilişkilendirmeyi, sorunun duruşundan kaynaklanıyor olabileceğini aklının ucuna dahi getirmez.
Siyasi iktidarın niteliğine (ya Tercüman ya da Cumhuriyet) göre değişen gazetesinde, iktidar yanlısı köşe yazılarını okumanın güne iyi başlamasını sağlıyor oluşunda da bir terslik göremez. İki çocuğunun annesi olan kadının birdenbire çekip gidişine bozulur bozulmasına ama onun bıraktığı boşluğu doldurmanın acelesini her geçen gün daha çok hisseder. Sabah çayını kendi demlemekten bıkmıştır çünkü. Üstelik “Seni artık tanıyamıyorum” da ne menem bir laftır!
Öyküde, okur için, çok dikkat çekici iki sahne var. Bunlardan ilki, son zamanlarda orada burada –besbelli birine (yoksa herkese mi) benzettikleri için– boynuna atılan, elini sıkan, onunla selamlaşmaya çalışan insanlar arasında alt sınıftan veya yazarımızın deyişiyle sıradan halktan hiç kimsenin olmamasıdır. Onu birilerine benzeten hep üst sınıftan insanlar, köşe yazarları, siyasetçiler ya da iş adamlarıdır.
Örneğin havanın çok güzel olduğu bir Pazar günü otomobiliyle çıktığı gezintide Mercedes’iyle önünü kesip, ardından boynuna atılan adam, kendisini birine benzettiği itirazına şöyle cevap verir: “Benzetmek mi? Bu gözler mi? Ciğerim, dalga mı geçiyorsun sen? Bunlar politikacı gözleri!“. Adam ısrarcıdır. Profesörün beni nereden tanıyorsun sorusuna yanıtı şudur: “Nereden olacak? Partiden. Partilerden daha doğrusu. Çok iyi anımsıyorum. İki kez aynı partide bulunduk, iki kez de karşı partide.”
Öykünün ikinci dikkate değer sahnesi, profesörün bir Pazar sabahı coşkuyla ötmeye başlayan serçelerin sesini duyduğunda hissettiği yabancılaşmanın bir benzerini, birkaç gece önce, karşısındaki apartmanın dairelerinin birinde genç bir çiftin sevişmelerini izlediği anda da hissetmiş olduğunu anımsadığı andır. Hissettiğini anlamlandıracak kavrayıştan yoksundur ve bunun kendisini herkesleştiren ve daha da önemlisi, yıllarını birlikte geçirdiği eşi tarafından tanınamayacak hale getiren başlıca neden olduğunun farkında değildir.
Tahsin Yücel, bir hukuk profesörünün yüzüne ayna tuttuğu öyküsünde, profesör üzerinden kokuşmuşluğun yayıldığı kitleyi gözler önüne seriyor. Elbette enfes bir Türkçe ve anlatım ile. Ayna başka bir yazarın elinde bu kadar etkin bir ironi nesnesine dönüşebilir miydi, onu soruyorum ben de kendime.
Ayna
Tahsin Yücel
CanCep dizisi, 2005